Toplumun Mantığı, Gelenek, Başkalaşma

Ali Yaşar Sarıbay: “Yeni Bir Gelenek İnşa Etmek İçin Eskiyi İnkâr Etmek, Yapaylığı Doğurur”

Geleneğin icadı dediğimiz bir şey var. Geleneğin, intikal ettiği zaman dilimi o toplumun diğer toplumlarla ilişkisi bağlamında başka bir hâl alabilir, orada yorum gelebilir gündeme. O zaman diliminde yaşayan insanların, tevarüs ettiği birtakım şeylere yeni anlamlar yüklemesi söz konusu olabilir. Geleneksizleştirme dediğimiz bir duruma yol açabilir bu. Bunun bir yolu mesela inkârdır.

SÖYLEŞİ: GÜLBEYAZ KARAKUŞ

Siyaset ve toplum teorisi, demokrasi teorisi, siyaset ve din sosyolojisi alanlarındaki çalışmalarıyla bilinen, Uludağ Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay’la Toplumun Mantığı kitabından hareketle toplumun mantığının nasıl çalıştığını konuştuk. Geleneğin icadını ve yaşadığımız değişimlerin alışkanlıklarımıza nasıl yansıdığını da ele aldığımız söyleşide Ali Yaşar Sarıbay, özellikle pandemi sürecinde yaşadığımız sosyal mesafe tedbirlerinin toplumsal alışkanlıklarımızı nasıl etkileyeceğini ve gelenekte bir kırılma yaşayıp yaşamayacağımızı Cins’e anlattı.

Hocam, söyleşimiz, sizin Toplumun Mantığı kitabınızdan yola çıkarak, toplum mantığı nedir, nasıl işler, toplumsal tahayyül nedir, bunlarla ilgili biraz kendiliğinden gelişen bir mahiyette olacak. Öncelikle Toplumun Mantığı kitabını yazarken sizi harekete geçiren sâiki öğrenmek istiyorum. Yani neden toplum mantığı? Toplumun bir mantığı var mı ve bu nasıl inşa oluyor?

 “Toplumun bir mantığı var mı?” sorusu ile belki kendi kendimi motive etmiş olabilirim. Amacım şuydu;  yüksek lisanstan beri sosyoloji konusu ile alakalı biriyim. Sosyolojiyle ilgilendiğim zaman sosyolojinin aslında anlatılagelenden, geleneksel olarak bize sunulandan farklı bir yönünün ne olabileceğine dair bir soru işareti kafamda oluştu.

 O zaman, böyle bir şey düşündüğümde, çok basit olan ama pek de yapmadığımız bir yöntemi kullandım.  Sosyolojinin kelime kökeninden yola çıktım.   Etimolojisinden hareket ettiğimiz zaman, burada da Toplumun Mantığı kitabında da anlattığım gibi, insanları bir arada tutan mantık nedir? İnsanların bir araya gelmesini sağlayan nedir? Bunun gibi bir sorunun cevabı belirdi kafamda. Zira genelde sosyoloji dendiğinde “Toplum nasıl mümkün oluyor?” temel sorusu ile yola çıkılır. Ben ise, “Toplumun bir mantığı var mı?” sorusundan ve burada toplumun kendi mantıksallığından değil, yapıp eyleyen ve gözlemleyen olarak toplumla ilgili bilgilerimizin mantıksal içeriğinden hareket ettim. 

Bu noktada da sosyolojinin, socius ile logos yani Grekçe ve Latince terkibinden yola çıkıp,  kendime göre bir tanıma ulaştım. O tanım da şu: Sosyoloji olsa olsa mantıksal bir anlatıdır. Neyin mantıksal anlatısı? İnsanların bir araya geliş sebeplerini, saiklerini, motivasyonlarını açıklayan mantıksal bir anlatı. Fakat burada şöyle bir şey de var: Mantığa yapılan vurgu pozitivist bir yaklaşımı çağrıştırıyor hemen.  Oysa benim derdim öyle bir şey değil. Bunun tam tersi. Pozitivist olan bir yaklaşımın dışında olan nelerle meşgul olup, sosyolojiyi yeniden tanımlayabiliriz? Malum, mantık dediğimizde, belli öncüllerden yola çıkıp, varılan, izlenilen yolu kastediyoruz çok basit anlamı ile. Ama her zaman bu izlenen yol, bizi doğru sonuca  götürmez, öncüller doğru yolu gösterse bile. Burada “valiz olayı” dediğim örneğimi yeniden verebilirim. Lisede iken bir hocamızın elinde valizi görünce onun ara tatil için memleketine gittiğini düşünerek, yolcu etmek için yanına gitmemiz, hocamızın ise sadece valizini tamir ettirmek için orada bulunması! Bizi o şekilde düşünmeye iten bir “mantık” vardı ancak neticede yanlış bir çıkarımda bulunmuştuk.  Yani birtakım öncüller beklediğimiz bir sonucu tasvir edebilir. Ama sonuç öyle de çıkmayabilir. O anlamda toplumun mantığı her şeyin mantıksal olarak yürüdüğü, geliştiği, mantıksal doğrultuda değiştiği anlamında bir şey ifade etmiyor. Bunu belirtmem lazım. Dolayısıyla, bizim gerekçelendirdiğimizi zannettiğimiz, mantıksal olarak açıkladığımızı, en azından kendi kendimize izah ettiğimizi zannettiğimiz şeylerin sonuçları farklıdır. Bu bir anlatıdır.  Anlatı olunca da bunun akademik bir tarafı olacaksa tabiî mantıkî bir anlatı olması lazım. Gelişigüzel bir hikâye etme anlamında değil. Örneğin, neleri öncül olarak alıyoruz? Bu öncüllerden hareketle izlediğimiz süreç nasıl bir süreç ve hangi sonuçlara varıyoruz? Bu sonuçlarla öncüller arasındaki paralellikler neler olabilir? Bunu araştırıyor ve anlatıyoruz. Diğer bir deyişle, araştırırken hikâye ediyoruz bir olayı. Nitekim bütün disiplinler için bu kullanılabilecek bir şeydir. Matematik de bir anlatıdır aslında. Fakat rakamlara dökülmüş bir anlatıdır. Fizik hakezâ… Ben öyle gördüm ve öyle izah etmeye çalıştım. Ortaya şu çıkıyor: Toplumun mantığı, belli açılardan, öncüllerle sonuçlar paralel olmadığı zaman toplumun mantıksızlığı denen bir şey de dikkat çekici bir yaklaşım şeklinde ortaya çıkabilir.

DÖNGÜSEL SOSYAL BİLİMCİLİK ANLAYIŞI

Dinamik bir süreçten söz ediyorsunuz, o zaman değil mi? Yani değişken bir süreç, hareketsiz değil.

Tabii. Bunun zamanla ve mekânla da alakâlı bir şey olduğunu düşünmek lazım. O da şu: Bir toplum, bir zaman içerisinde oluşmuş, tarihselliği olan ve geleceğe yönelik olarak dinamik bir süreç içerisinde oluşup gelişiyor ve değişiyor.  Ama biz bunun bir kısmına şahit olabiliyoruz. Ben yaşadığım zaman dilimini aldığımda, benim muhatap olduğum, maruz kaldığım veya gözlemlediğim olaylar çerçevesinde davranıyorum. Onların hikâyesini aktarıyorum. Aslında yorumu katmamın, almamın sebebi de bu. Hikâyenin de bir yorumu var.  Anlatının yeniden anlatımı söz konusu. Örnek vermek gerekirse, 12 Eylül olayı oluyor ya da Amerika’daki 11 Eylül olayı oluyor. Şimdi, bunu dinlediğiniz zaman, bir; o dönemi yaşayan insanların anlatısı var; iki, o insanların anlatısına dayanarak yapılan anlatılar var. Sosyal bilimcilerin veya akademisyenlerin yaptığı gibi… Fakat bilinmeyen birçok şey kalabilir. Mesela 12 Eylül’ü aldığınız zaman o olaya maruz kalmış ya da en azından gözlemlemiş insanların bir anlatısı var. O anlatıya dayanarak 12 Eylül’ü bir darbe hareketi olarak izaha yönelmiş bir sosyal bilimcilik var. Fakat 12 Eylül’ün diyelim ki aktörlerinden biri anılarını yayımladığında, gizli kalmış bir olayın belgesini sunduğu zaman bütün o anlatılar yeni bir anlatıya açılacaktır. Yani anlatı içinde anlatı, anlatı üzerine anlatı şeklinde giden bir döngüsel sosyal bilimcilik anlayışını burada tasvir etmeye çalışıyorum.

Hocam zaten anlatı olarak, toplumsal tahayyülü ele alıyorsunuz.

Evet, tahayyül burada önemli. Tahayyül, Cornelius Castoriadis’e biraz yaslanarak izah ettiğim bir şey! Castoriadis’in söylediği esasen şudur: Olanda olmayan bir tarafı görmeye yönelik bir şey ya da olmayan bir şeyi oldurmaya yönelik bir girişim ya da düşünce tarzıdır, tahayyül. Şimdi bu çok önemli bir şey.

Mesela 12 Eylül bir anlatıya göre devleti kaostan kurtarmak üzere yapılan bir hareket olabilir. Ama olanda olmayan bir taraf olarak bürokratik iktidarın, iktidarını tesis etme girişimi olarak da görülebilir. Veya bütün bu anlatıları zenginleştirecek belgeler çıktığı zaman, neticede 12 Eylül “şudur” şeklinde “olduran” bir tahayyüle yönelmiş olabilirsiniz.  Bu tabii zaman içerisinde kavramların değişmesi, olayların aydınlanmayan yönlerinin aydınlanması gibi birtakım şeylerle mümkün olacak bir durum.

Hocam peki, toplumsal tahayyülün kudreti bireyleri nasıl inşa eder?

Kitapta da açık, benim düşüncem de o yönde pekişmiş bir şekilde. Bireysel bir şey değil tahayyül. Burada, tahayyül bireysel olarak alınabilir. Hayâl etme, imajinasyon dediğimiz bir şeydir bireysel düzeyde. “Ben ileride şu mevkiye geleceğim, şöyle bir aile kuracağım” gibi hayâlden öte bir şeydir. Bunlar temelde olabilecek şeyler ama “toplumsal tahayyül” bunları aşan, genel, ortak hâle gelmiş ve tarihselliği olan, neticede Castoriadis’in söylediği gibi, toparlamacı-kimliklendirici bir mantık çerçevesini aşan şeydir. Yani bize sunulanın dışındakini düşündürten bir şey. Avangard dediğimiz öncü kadrolar, hareketler vardır.  Bu öncü kadrolar bir yol açabilir, o tahayyülü yayabilir.  Sovyet Rusya’yı örnek aldığınız zaman, toplumsal tahayyülün kudreti uyarınca bir devrim olabileceğine dair yolun açılmış olduğu söylenebilir belki. Veya Osmanlı İmparatorluğu dağılıyor, neticede bütün imparatorluklar dağılmış, belli bir kadronun bir ulus devlet kurma tahayyülü, toplumsal tahayyülü, yaygınlık kazanıp genelleştiği zaman ulus devletin gerçekleşmesi, 1923’te Cumhuriyet’in kurulmuş olması, bir başka örnek olarak alınabilir. Bu gibi örnekler, tam da, Castoriadis’in işaret ettiği olgunun ifadeleri sayılabilir: Toplumun tahayyülü olarak kendini kurması.

Yani, öncesinde, neticeye dair bir tahayyül, bir düşünsel zemin olması gerekiyor.

Tabii, mesela kendi kendine bireysel düzeyde hayâl etmeye çalışan biri, üniversite hakkında hayâller kurabilir. Ama burada da yine şu var: Bireysellikte bile bir üniversitenin/üniversite benzeri bir şeyin maddî olarak var olması! Olanın olmayan tarafını görmeye çalışmak da mümkün. Bunu toplumsal düzeyde gerçekleştiğini düşündüğümüzde durum farklılaşıyor. Neticede yeni oluşumlara yol açabilecek yollar açılıyor. Bu anlamda “toplumsal tahayyül kudreti” demek doğru oluyor. Dolayısıyla, bir süreç içinde tahayyül maddî koşullardan kopuk değildir; maddi koşullarla temas hâlinde olması, tahayyülü kudretli yapar.

GELENEĞİN İCADI

Hocam, kitabınızda geleneği, “evrensel arka planla yerel arka planın belirli durumlarda rekabete, gerilime dayalı, belirli durumlarda ise iç içe geçmiş anlamlandırmalar” olarak tanımlıyorsunuz. Buradan yola çıkarak geleneği bu şekilde telakki edersek bilgi ile pratik arasındaki ilişkiyi nasıl inşa edeceğiz?

Şimdi şöyle bir durum var. “Gelenek” dediğimiz zaman bizim geçmişten başlayarak yapageldiklerimizin bütünü ve günümüze bıraktığı izler söz konusu. Bunun içinde ritüeller var, birtakım sahip olduğumuz tarzlar var. Selamlaşmadan başlayarak dile yansıyan toplumsal ilişkileri ifade eden birtakım davranış kalıpları var. Fakat bir de geleneğin icadı dediğimiz bir şey var. Geleneğin, intikal ettiği zaman dilimi o toplumun diğer toplumlarla ilişkisi bağlamında başka bir hâl alabilir, orada yorum gelebilir gündeme. O zaman diliminde yaşayan insanların tevarüs ettiği birtakım şeylere yeni anlamlar yükleme söz konusu olabilir. O zaman toplumların temasa geçtiği alanlar kendi geleneğiniz üzerine yeniden düşünmenizi sağlayabilir. Geleneksizleştirme dediğimiz bir şeye yol açabilir bu. Bunun bir yolu mesela inkârdır. Yepyeni bir gelenek tesis etmeye yönelinir, bu da yapaylığı doğurur. Fakat dip dalgaları, “zarf değişse de de mazruf aynıdır”ı gösterir aslında size, dikkatli baktığınızda. Sosyal bilim gözlemcisinin rolü bir anlamda da budur. Basit bir örnek olsun diye şöyle anlatayım meramımı: Dile ve davranışa yansıyan bir şekilde bir geleneğin değiştirilmiş veya toplumun değişmesine paralel olarak belli kesimlerin o geleneği algılayışı. Cenaze merasimlerinde bunu görebiliriz. “Işıklar içinde yatsın.” diyen bir kesim var.  Bizim toplumumuzun dilinde ise geçmişten itibaren “Nurlar içinde yatsın.” veya “Allah taksiratını affetsin.” şeklinde bir uğurlama vardır. Veya günümüzde artık cenazeyi alkışla uğurlamak. Şimdi bu, “cenazeyi uğurlamak” ritüelinin başkalaşmış hâlidir. Ben kendi çocukluğumda mesela şunu hatırlıyorum. Bir cenaze geçtiği zaman bir caddede buna tanık oldum, bütün esnaf selama dururdu. Ben de çocuk olarak neden insanlar böyle yapıyor diye bakındığımda, oradan omuzlarda bir tabut taşındığını veya bir cenaze arabasının geçtiğini görürdüm.  Ama şimdi alkışlarla, şiirlerle cenaze merasimi yapılıyor. Ya da cenaze yas paylaşımına dayalı bir toplanma değil de başka türlü bir toplanma, görüşme vesilesiymiş gibi gelişen bir şey oldu. Kitapta da belirttim. Bu, “demokratikleşme”nin getirdiği bir şey. O da şu: Demokrasinin kitlelere açılması ile kitlenin çeşitliliğinden yansıyan birtakım tarzların, davranışların ortaya çıkışı. Şimdi bu dile şu şekilde de yansıyor: Mesela “hammal” artık “taşıyıcı”. İkisi de kelime kökeni itibari ile aynı. Ama daha inceltilmiş bir terim tedavüle giriyor. Veya üniversite mezunu biri, bankada bir memuriyet buluyor sınavla diyelim. Önceden bu “banka memuru” şeklinde iken, şimdi “bireysel müşteri temsilcisi” olarak ifade ediliyor.  “Kapıcı”nın “apartman sorumlusu” sayılması gibi.  Burada yine geleneksel olarak toplumsal statü anlamında yerler belirtiliyor ama değişen topluma özgü bir dil çerçevelenmesi ile sunuluyor. Bir de bundan çok daha üst düzey bir süreçte, küreselleşmenin öncü toplumları ile karşılaşılıyor. Televizyon aracılığı ile, internet aracılığı ile. Burada selamlaşmanın şekli değişiyor, davranışlarımızın şekli değişebiliyor. Fakat toplumun ani değişimlerine karşı farkında olmadan kendi geliştirdiği refleksler var.  Reddetmediğini gösteren tarzda bir yoruma yöneliyor. Yani selamı aynı tutuyor, bir selamlaşma geleneği varsa aynı tutuyor ama ifadeler, mimikler ve jestler farklılaşıyor. Tamamen o repliklerle ifade ediyor. “Kendine iyi bak!” Bu bir repliktir. İngilizceden çeviri bir replik. Halbuki, “Selametle kal”, “Hoşça bak zatına”, “Allah’a emanet ol” gibi şeyler var. Toplumun çeşitlenmesi ki demokrasi bunu getirdi ister istemez, belirttiğim değişimler farklı tarzlar ve davranışlar şeklinde meydana geliyor. Bunun iyi ya da kötü olması ayrı bir şey. Toplumun çeşitlenmesi o gelenek üzerine oturan kesimlerin geleneği çeşitli şekillerde yorumlamasına da yol açtı. “Selamünaleyküm” dediğinizde sizi yaftalayan bir tavırla karşılaşabilirsiniz ya da merhaba, günaydın, tünaydın -Allah’tan kullanılmıyor artık- dediğinizde daha farklı bir tavırla karşılaşabilirsiniz. Neticede dil aynı zamanda insanın o çeşitlilik içinde mensup olduğu ya da mensup olma ihtimali taşıdığı kesimi çağrıştırıyor. Giyim kuşamdan, dili kullanmadan, tarzlara varıncaya kadar bu böyledir.

Hocam, verdiğiniz örnekten yola çıkarak, içinde bulunduğumuz pandemi sürecinin bu davranışlara etkisi ne ölçüde olacak? Mesela yine selamlaşmada, alışkanlıklarımız kucaklaşma, öpüşme şeklinde idi. Şimdi ise mesafeli. Sizce bu devam ederek yeni bir gelenek mi oluşturur yoksa bir müddet sonra eskiye mi döner?

Geleneğin bir yönü alışkanlıklarla ilgilidir şüphesiz. Zaten tevarüs etme kabiliyeti bu sayede mümkün olur. Şimdi burada bu yeni duruma, pandeminin zorunlu kıldığı hâllere alışırsak, temenni etmiyorum ama uzun süreceğe benziyor; bu zaman zarfında alışacağız ve öyle devam edecek gibi gözüküyor, alışkanlıklarda da değişim söz konusu olabilir. Mesela Ruslarda iki erkeğin selamlaşması, karşılaşması farklıdır, bizde farklıdır. Bizde iki erkek kucaklaşması, öpüşmesi gelenekte olan bir davranıştır. Ancak zamanla bu davranış belli bir geleneğin, hatta yozlaşmış bir geleneğin davranışı olarak kodlanıp yadsındı. Hatta geçmişte bir belediye başkanı, “Öpüşmek yok, el sıkışalım” şeklinde bir kural koydu kendince. Oysa bu gelenekte olan bir şey.  Ancak yeni durumda iki erkeğin kucaklaşması sizi “gelenekçi”, “geleneği aşamamış”, “çağdaşlaşamamış” gibi basit işaretlerle değerlendirmeye sürüklüyor. Bu açıdan, pandemi aynı zamanda bir paranoya da geliştirdi. Neticede insanların yakınlaşmasını ister istemez önleyecektir. Alışkanlık hâlinde yerleştiğinde de yeni bir gelenek olarak devam edecektir belki de. Rus erkeklerinin kendi selamlaşma geleneklerinin akıbetini merak ediyorum, doğrusu!

Hocam, benim temennim de mesafenin yeni bir gelenek olarak devam etmesi yönünde ama…

Tabii geleneğin uygulanışı, algılanışı, çok aşırı, yorum yüklü de olabilir. Öyle bir sarılma olur ki, sarılmamasını temenni edebilirsin!

BATI DA DOĞU DA BİR ÖĞRENME SÜRECİNDEN GEÇİYOR

Hocam, mesafeden söz açılmışken, burada Richard E. Nispett’en bir alıntınız var. Nispett, Doğu-Batı farklılığını düşünce coğrafyası farklılığı olarak adlandırıyor. Ben davranış farklılığı üzerinden gittim belki ama pandemiyi toplumsal tahayyül açısından ele alırsak Batı’da ve bizde etkisi aynı mı olur?

Etkisinin aynı olmadığı belli açılardan görülüyor. Fakat daha dikkatli baktığımızda davranış kalıbı olarak aynı. Pandemiye karşı tedbirler konusunda, belli ölçüde bizim daha fazla duyarlılığımız var bile diyebiliriz. Mesela futbol bazı ülkelerde seyircili, bizde -doğru bir şekilde- seyircisiz oynanıyor. İleride yüzde otuz şeklinde değişecek ama… Davranışa baktığımız zaman bir sorumsuzluk göstergesi olarak pandemiye karşı dünyada yaygın bir tutum var. Zaten virüsün çabuk bulaşan bir virüs türü olması yanında bu vurdumduymazlığın etkisi var. Yani çarpan katsayısı gibi bir etki yaptı ve virüs dünya çapında çok daha hızlı yayıldı. Mesafe bu açıdan önemli tabii. Ama sosyal mesafe dediğimiz zaman, yani sosyolojik olarak baktığımızda, mesafeyi yüz göz olmanın zıddı anlamında kullandığımızda, bu Doğu’ya özgü bir sıcaklık şeklinde tanımlanıyor. Gerçekten, biraz Batı ülkelerinde gözlem yapma imkânı bulmuş birisi olarak, buralı olarak baktığımda bulduğum farklılıklar var. Bize özgü bir sıcaklık var ama bunun dozunu ayarlayamama gibi bir tutumumuz da var, bu ayrı. Batı’daki mesafeler birçok açıdan bana soğuk gelir. Doğulu bir insan olarak bu soğukluğa “mesafeli” olabilirim! Ama yüz göz olmak, mesafesiz ilişkiler de bana çok terstir. Çünkü, öğrenme süreci dediğimiz bir şey var, sosyal ilişkilerde de. Neticede, dünyanın küçülmesi, toplumların karşılaşması birbirinden öğrenmeyi beraberinde getiriyor. Uçlar belki törpüleniyor. Batı, Doğu’yu tanıyarak, Doğu Batı’yı tanıyarak “aşırılıklar”ın törpülendiği bir öğrenme sürecinden geçiyor bence.

BİRBİRİNDEN YALITILMIŞ BİR DOĞU VE BATI YOK

Biz de değişeceğiz, Batı da değişecek ama ontolojik farklılıklarımız bu değişimleri farklı kılacak, öyle mi?

Tabii, ontolojik farklılıklar her zaman olacaktır. Ama bir dünyada yaşıyoruz, bu bir gerçek ve insan türüyüz. Sevinen ama acı da duyan varlıklarız. Dünya küçülünce ne yapıyoruz? Floyd’un polis tarafından öldürülmesi çok yaralayıcı bir mesele olarak dünyayı sarıyor ve oturduğumuz yerden tepki gösterebiliyoruz. Nerde olursa olsun, kadınlara, hayvanlara yapılan şiddet, göçmenlere yönelik şiddete tepkilerle beraber, bütün ayrımcılıklara yönelik bir duyarlılık da gelişti. Bu dünyanın tek olduğunu, birbirinden kopuk olmadığını da gösteriyor. Bir yanda yalıtılmış Batı dünyası bir yanda yalıtılmış bir Doğu dünyası yok.  Her bir farklılıkta korunan ayrıntılar vardır. O ayrıntılar daha “süzülmüş bir ontoloji” meydana getirecek. Yine Batı Batı, Doğu Doğu olacak. Fakat o coğrafî bir anlamın ötesine geçmeyebilecek bir şeye de dönüşebilir.

O “süzülmüş ontoloji” dediğiniz noktaya ulaşılamadığı zaman duyarlılıklar bir tahakküm aracı hâline gelebilir mi?

Gelebilir tabii. Bazı durumlarda olayların nasıl geliştiğini de bilmiyoruz.  Yanıltıcı, ne diyelim, manipüle edici şeyler de var. Size gösterilen olayın bambaşka bir olay olduğu sonradan ortaya çıkabiliyor. Bu aslında imaj yoluyla da yapılıyor, yani herhangi bir olayı bir sembole dönüştürüp bunu tahakküme dönüştürmek de mümkün, niye olmasın?

FARLILIK, AYRICALIK ANLAMINA GELMİYOR

Biraz açayım Hocam. Günümüzde bir duyarlılığa sahip olmak aynı zamanda bir hakka, bir salahiyete sahip olmak anlamına da geliyor. Sahip olduğum duyarlılık, mesela et yememe yönündeki duyarlılığım, zamanla et yiyen birine yönelik “şiddete yönelen” bir “hak” veriyor gibi algılanıyor. “Et yiyorsan, seni yaftalayabilirim, anlam dünyanı daraltabilir, zamanla konuşamaz, kendini ifade edemez hâle getirebilirim” gibi bir hak. Tahakkümden kastım bu…

Anladım. Benim öteden beri yaklaşımım şu: Farlılık ayrıcalık anlamına gelmiyor. Bin tane farklılık var. Her bir farklılığın kendisine ayrıcalık talep etmesi, çatışmacı bir şey olur, en sonunda kaosa dönüşür ve en fazla sesi çıkanın tahakkümü ile de sonuçlanır. Şimdi bu farklılıkları birbirimizi anlama açısından kabul etmemiz gerekir. Ama beraber yaşamayı ihlal etmeyecek bir şekilde… Mesela sigara meselesi… Sigara içmeyi-içmemeyi tahakküme dönüştüremeyiz. Sigara içen kişi, sonunda bana da, kamuya da zarar vermemeyi göze alabiliyorsa bu artık benim meselem değildir. Benim meselem, beraber yaşamanın neticesinde sağlığa zararlı olan bir şeyin yol açabileceği kamusal sonuçlardır. Bireysel sonuçlar değildir. Ne oluyor bu durumda, sigara içenler için özel alanlar ayrılması vs. kamusal açıdan alınan bir önlem oluyor. Yalnız, şöyle bir şey de var: Sigara üretimini yasaklamak! Hiç yapılmıyor. Sigara üretiliyor, üzerine caydırıcı ifadeler yazılıyor. Oysa tamamen yasaklamak tiryakiler üzerinde oluşabilecek bir tahakkümdür, belli bir açıdan. Çünkü bunu bir zevk aracı hâline getirmiş ya da sigaraya farklı anlamlar yüklemiş bireyler var! Bu tahakkümü gerçekleştiremezsiniz. Ama onun da beni anlaması lazım! Bunu yapamadık, bu yolu açamadık dünyada. İşte kadın hareketlerinde ya da cinsiyet konularında, cinsel eğilimlerde kendini ifadenin yasaklanması nasıl kabule şayan değilse, “ben bu şekilde yaşıyorum, herkesin bu şekilde davranmasını istiyorum, davranmayanlar da şudur” şeklindeki bir yargı da o kadar saçma bir tanımdır.

Bu toplumsal yolu açamayışımızın sebeplerinden bir tanesi bütün bu duyarlılıkların aslında kendiliğinden değil de öğrenilmiş duyarlılıklar olduğu anlamına gelir mi?

Tabii, bazı şeyler empoze ediliyor! Sosyolojik olarak temas alanları dediğimiz şeyler var. Mesela turist olarak bir başka ülkeyle tanışma, oradaki nüfusla temasa geçme gibi. Burada işte “aa bu bizde yok” şeklinde dekorasyondan tutun zevklere kadar öğrenilmiş zevk ve tutumlara dönüşme olasılıkları belirebilir. İnsanlar evinin dekorasyonu gördüğü bir evi model alarak yapmayı tercih ediyor. İçinden gelerek, bizim mimari geleneğimizde bu var mıdır yok mudur diye düşünmeden, sadece onu taklit olarak taşımayı görev biliyor ve bu öğrenilmiş bir zevk hâlinde kendini gösteriyor. Yapay kalıyor tabii, hatta bazı durumlarda gülünç de olabiliyor. Giyimde olsun, mimarîde olsun vs. Öyle mimarî anlayışlar var ki, şaşırıp kalıyorsunuz! Şimdi televizyon seyrediliyor, oradan bir dil, tavır alıyoruz. Bu ilişkilerimize yansıyor. İmaj toplumu olmak çok ağır basıyor.  “Görünüyorum o hâlde varım!” mottosu artık insanları şuna dönüştürüyor tabiri caizse: “Nasıl görünmem, prim yapıyor?” Vegan görünmek prim yapan bir şeyse, hiç alakası olmasa bile o role bürünüyor! Ben buna “rol icabı tipler” diyorum. Duruma göre o rolü oynaması gerektiğinin kabul görmenin bir aracı olduğuna inandığı andan itibaren, okuma ile ilgisi olmayan biri kitapsever olarak ortaya çıkıyor, bir başkası hayvan sever olarak karşınıza çıkıyor. Alakası yok! Bireysel gözlemler bile bunu kanıtlıyor. Öteki özgürlükçü olarak karşınıza çıkıyor, ama kendi hayatında özgürlüğün küçük “ö”sü bile yok. Diğeri eşitlikçi olarak karşınıza çıkıyor, yanında çalıştırdığı kişiye eşitsizlik uygulayan kişi olabiliyor. Bunlara rol icabı tipler diyorum, çünkü kabul görmenin yolu, x, y, z hangisi ona uygunsa onu harekete geçiriyor. Bu tabii bizi manipülatif, sanal bir toplumsal ilişki içerisinde yaşamaya sevk ediyor maalesef.

Bu saydıklarınız aslında bir yazınızda da belirttiğiniz, şekilde duyarlılıklarımızın da “arzu nesnesi” olduğunu mu gösteriyor?

Elbette. Demokrasiyi mesela, çok içselleştirerek benimsemek başka, demokrasiye heves etmek başkadır! Üniversiteye heves etmek başka bir üniversite tesis etmek başka bir şeydir! İlham alabilirsiniz, Batı’da nasıldır dersiniz, Doğu’da nasıldır dersiniz. Hangi model bize uygundur, dersiniz. Bunları geliştirirsiniz. Ama her zaman da vurguladığım gibi pergelin bir ayağının “burada” olması gerekir. Bu anlamda bu heves etmeyle gerçek olanı oluşturma arasındaki fark önemli ve bu bizi çok aksatıyor. Heves ediyor görünmemiz bizi nominalizme sürüklüyor! İşte üniversitenin adı olması üniversite olması anlamına gelmiyor maalesef. Bu yozlaşma Batı’da da oldu. Üniversite orada da, birkaçını istisna etmek kaydı ile neredeyse sadece ad olarak, tamamen piyasa mantığı ile hareket eden kurumlara dönüşünce geleneksel anlamdaki fonksiyonlarını yitirmiş oldu. Ama görünüşte bir üniversite var!

O zaman sözünü ettiğimiz o duyarlılıklar, demokrasiyi hevesi ile demokrasiyi kendinde bir değer olarak görme vs. bunların ötesinde her şeyin bir tüketim nesnesi hâline geldiğini de görüyoruz.

Evet, tüketiyoruz, değerleri de tüketiyoruz. Demokrasiyi biçimsel olarak algılıyoruz. Her şeyi yapma özgürlüğü olarak algılıyoruz. Sorumluluktan ârî bir şey olarak görüyoruz demokrasiyi. Oysa kamusal bir boyutu var, tamamen kamusal aslında. Demokrasi, beraber yaşamamızın en uygun bir formu aynı zamanda. Sadece kurumlara indirgenmiş bir rejim tipi değil! Farklılıklara, haklara, özgürlüklere, tarzlara, birbirimize saygı göstermeyi esas alan bir rejim! Bunun için her zaman söylüyorum demokratlar olmadan demokrasi olmaz. Demokratların oluşu demokrasiyi daha gerçekçi kılar. Demokrasinin daha gerçekçi olması ise demokratların sayısını artırır. Dolayısı ile bir isim olmaktan çıkar, ontolojik bir olgu veya vakıa hâline dönüşür.

Siz bunu demokrasi arzusundan ayırıyorsunuz.

Evet, demokrasi arzusu heves etmeye işaret eder. Zannederim daha önceki bir yazıma atıfta bulunuyorsunuz.[1] Orada da sadece heves edildiği zaman demokrasinin bambaşka hâle dönüşebileceğini, despotik hâle gelebileceğini işaret ettim! Hevesle olamayacağını açıklamaya çalıştım. Demokrasi hevesi, demokrasinin kendisini tamamen isteme anlamına gelmiyor. Çünkü bir şeyin arzu nesnesi hâline gelmesi başka, gerçekleşmesi başkadır. Hareket noktası arzu olabilir ancak sadece arzu etmekle yetindiğiniz zaman demokrasiyi isimden ibaret görürsünüz, demokrasi isimden öteye geçmez!

Teşekkür ederiz.

Ben de teşekkür ederim.


[1] “Demokrasi Arzusu”, Strata Dergisi, (S.4) Mayıs 2020.

Toplumun Mantığı, Gelenek, Başkalaşma

DEMOKRASİNİN HINÇ KÜLTÜRÜ*

ALİ YAŞAR SARIBAY

2023 Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilleri Genel Seçimleri sonuçlandı. İttifaklar arası siyasî yarışmada, parlamento çoğunluğunu Cumhur İttifakı aldı; 4 Cumhurbaşkanı adayından (Recep Tayyip Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu, Muharrem İnce ve Sinan Oğan) hiçbiri birinci turda seçilemedi ve siyasî yarış en fazla oyu alan iki aday (Erdoğan ve Kılıçdaroğlu) arasında geçecek şekilde sonuçlandı. Seçim sonuçlarına dair analizler yapıldı; hangi partilerin ve hangi Cumhurbaşkanı adaylarının hangi bölgelerden, hangi seçmen kitlesinden, vs. oy aldığı üzerinde uzun uzadıya duruldu. Bu yazıda söz konusu analizlerin değerlendirilmesi yapılmayacak. Bunun yerine, ortaya çıkan sonuçların, farklı kamu oyları tarafından yapılan yorumların; sonuçlara ilişkin ortaya çıkan siyasî tavırların ve tepkisel davranışların demokrasi kültürümüz açısından içerdiği bazı ipuçları üzerinde durulacaktır. Böyle bir yaklaşımın gerekçesi; seçimlerin sonuçları ne olursa olsun, eğer burada tanımlayacağım anlamda demokrasi kültüründe mevcut bazı paradoksların varlığı söz konu ise, bu durumun, demokrasinin bazı muhtemel krizlerini geleceğe de taşınacağı hususuna dikkat çekmektir.

Genel olarakdemokrasi’den anlaşılan, ABD başkanlarından Abraham Lincoln’in yalıntanımına özdeştir: “Halkın, halk tarafından ve halk için yönetimi”. Bunun için, belirli anayasal kurallar ve usûller gereklidir; bu kurallar ve usûller, adına “demokrasi” denen bir rejimin nasıl işlemesi gerektiğini gösterir. Bununla beraber, demokrasi, söz konusu kurallar ve unsurlardan daha fazla bir şeydir. Bir metafora başvurarak söyleyecek olursak; demokrasifutbol oyunu gibidir:Futbolun, sadece seyircilerden, oyunculardan ya da hakemlerden ibaret olduğunu söyleyemeyiz,çünkübunların her birini içerir, ama hepsini aşan bir ilişkisel bütünü de öngörür; demokrasi de öyle bir şeydir. İlaveten, futbolun oynandığı zemin, demokrasinin üzerine inşa olduğu siyasal kültüre muadil görülebilir.Nasıl ki, bozuk bir zeminde iyi bir futbol oynanamazsa, defolu bir siyasal kültür de “iyi” veya “uygun” bir demokrasinin ortaya çıkmasını sağlamaz. Bu mesele, yani siyasal kültür-demokrasi ilişkisi, neredeyse 1960’lardan bu yana siyaset bilimi literatüründe tartışılagelmektedir. Şüphesiz,  koca bir külliyatın içerdiği tartışmaları burada ele alacak ne yerimiz ne de zamanımız vardır. Bunun yerine, yazının odaklanacağı meseleye ışık tutması açısından, “siyasal kültür”den neyi kastettiğimizi ve demokrasinin zemini olması sebebiyle siyasal kültürün içerdiği bazı defoların demokrasinin işleyişini ne şekilde etkileyebileceğini inceleyeceğiz. Gerekçe ise, “demokrasi’ningelişebileceği ortamın özel bir siyasal kültür ortamı olduğunu” (Kalaycıoğlu, 1995: 50) bizim de varsaymamızdır. Bu itibarla, önce siyasal kültür’ün mahiyetini izah ederek devam etmemiz uygun olacaktır.

I

Siyasal kültür,[1]yürürlükteki bir siyasal sistemin etkin şekilde işlemesini sağlama işlevi gören kültür tipidir. Buna karşılık, siyasetbilimciler, siyasal kültürün farklı anlamlara gelen tanımlarını da yapmaktadırlar. Örneğin, siyasal kültür denildiğinde, bazen bir ulusun siyasal gelenekleri veya kamu kurumlarına ruh veren özellikleri anlatılmaktadır. Bunun yanında, siyasal hayata damgasını vuran resmî olmayan kurallar; o toplumda hâkim olan siyasal ideolojinin dile getirdiği amaçlar da siyasal kültür kavramı içinde düşünülmektedir. O kadar ki, bu bağlamda, siyasal ön yargılardan üslûba; siyasal ruh hâlinden, neyin meşru olup neyin meşru olmadığına varıncaya kadar birçok özellik, siyasal kültüre atfedilmektedir.

Siyasal kültür, siyasal sistemin işleyişini belli standartlaşma yoluyla toplum üyelerini o sisteme dair aidiyet hisleriyle donatıp, kendilerini sistemin bir parçası olarak görmelerini sağlamada sembollere başvurur. Bunun için psikolojik bir temel ve bu temel üzerinde bir sembolik çatı kurulur.

Psikolojik temel, özneyi (birey aktörü) esas alan; bir ulusun siyasal hayatına dair o ulus bireylerinin, tutum, inanç ve duygularının bütününün zeminidir. Bireylerin siyasal konulara ve meselelere dair tutumunu oluşturmaya katkıda bulunan üç etken ayırt edilebilir. Bunlar: “Bilişsel”,“Duygusal” ve “Yargısal” etkenlerdir. Etkileşimleri de şu şekilde meydana gelir:

Birey, siyasal sistemin işleyişine, onun önde gelen siyasal şahıslarına, gruplara ve mevcut siyaset sorunlarına dair belirli bir bilgiye sahip olabilir. Bu bilgi, hiç şüphesiz, bireyin bütün olarak sisteme uymasının tamamlayıcı bir parçası işlevini görebilir. Öte yandan, birey, sistemi, ailesinin ve/veya arkadaşlarının etkisiyle “duygusal” olarak benimseyebileceği gibi, bütünüyle benimsemeyebilir de.Nihayet, birey, sistemi moral bir değerlendirmeye ve/ya yargılamaya tâbi tutabilir. Söz gelimi, bireyin demokratik normları onu, sistemin siyasal taleplere yeterli düzeyde yanıt vermediği sonucuna götürebilir; veya ahlâkî normları, kayırmacılığı kınamasına yol açabilir. Bireyin sisteme karşı tutumuna dair bu üç etken, birbiriyle bir iç bağa sahip olarak işler:  Sistemin bir değerlendirmesini yapmak için, şüphesiz onun hakkında bazı bilgilere sahip olmak gerekir. Bu bilgiler duygularımız tarafından yönlendirilmiş olabilir. Nihayet bilgilerimiz de duygularımızı yönlendirebilir.

Bu noktada açıktır ki, bir kültürden bahsedebilmemiz, bir kolektivitenin varlığını zorunlu kılar: Kültür, her şeyden önce, ulus, bölge, sınıf, etnik topluluk, formal organizasyon, parti gibi bir kolektivite bağına dayanır. Grup veya topluluk hayatının kolektif tasarımı veya temsili ise semboller aracılığıyla anlam kazanır. Semboller, bütünleştirici güçler olarak çalışır; dolayısıyla bireyleri birleşmiş bir bütüne birlikte bağlayarak, kolektivitenin önkoşulu olan dayanışmayı yarattığı gibi; toplum, bireylerine karışık ve belirsiz gelen siyasal dünyayı anlamlandırmada ve kavramada da yardım eder. Sembolik çatı, bu anlamda zihnî kurgular olarak insanlara anlamlandırma araçlarını sağlar, aynı zamanda, topluluğun sahip olduğu özel anlamları (örneğin siyasal kimlik gibi) ifade etmenin yollarını da belirler ki bu, siyasal inançların tezahürünü ifade eder.

Bir siyasal inançise, siyasete ilişkin tutum, davranış ve tasavvurun bütününü yansıtır. Siyasal inanç (sistemleri) aktörlere ne tür siyasal eylemin ahlâkî veya haklı/meşru olacağı konusunda yol gösterirler. Örneğin; otoriteye itaat etmek için, onun eylemlerinin haklılığı veya yerindeliği, aktörün inanç sistemi yardımıyla değerlendirilir ve bunun sonucunda aktör otoriteye itaate devam edip etmeyeceğini belirler.

İnanç sistemi de, bilişsel ve duygusal olmak üzere iki boyuta sahiptir. Bilişsel boyut; kapalı, yani kanıt ve tartışmalara tâbi olmayış veya açık, yani kanıt ve tartışmalara tâbi oluş şeklinde belirebilir. Duygusal boyut ise, güçlü veya zayıf nitelikte olabilir. Şüphesiz bu iki boyut arasında sıkı bir bağlantı söz konusudur. Bu, siyasal inanç sisteminin tipini de belirleyici niteliktedir. Örneğin, bilişsel boyutu kapalı, fakat duygusal boyutu güçlü olan bir siyasal inanç sistemi sabit;  ama bilişsel boyutu açık, duygusal boyutu güçlü olan sistem ise, sağlam tipe tekabül etmektedir. Öte yandan, sabit tipte bir siyasal inanç ögesi katı, dogmatik, kanıta ve tartışmaya itibar etmeyen özellikler taşır. Esnek olmayan tip, hâlen tartışmaya ve kanıta itibar göstermesine karşılık düşük dinamizm gösterir. Sağlam tip, pekiştirir ama kanıt ve tartışmaya açıktır; dolayısıyla ilke olarak değişebilir özellik arz eder. Nihayet, değişken tip, zayıf bir özellik göstermekle beraber, kanıt ve tartışmaya açık olup, değişebilirliğe sahiptir. 

II

Siyasal kültürün unsurları olarak bütün bunlar; siyasetin taraflarının birbirleriyle ilişkilerini yönlendiren düşüncelerinin, tavır ve tutumlarının; insana, topluma, dünyaya dair tasavvurlarının etkileşime girdiği bir ortamda ve siyasî konjonktürde vukû bulur. Etkileşimin mahiyeti, dolayısıyla toplum bireyleri arasında siyasal kültürün işleyiş şekli; o toplumun demokrasinin ne şekilde işlediğinin de ipuçlarını içerir.Bunun için, ilk bakılacak nokta, bireylerin birbiri karşısında eşit özneler olarak etkileşime girip girmedikleri; ikinci nokta söz konusu etkileşimin işleyişinde birbirlerini ne kadar tolere edip edemedikleridir. Her iki nokta, esasında, demokrasinin sağlıklı işleyip işlemediğinin temel göstergeleri olarak kabul edilebilir. Böyle bir işleyişin olmazsa olmaz koşulu ise toplum bireylerinin veya kesimlerinin birbirlerine duydukları güvenin varlığıdır. Karşılıklı güvenin varlığı ve sürdürülebilir mahiyette olması ise, eşit özneler olma ve farklılıkların içerdiği çekişmeleri tolere etme kapasitesiyle alakalıdır. Demokrasinin işleyişini riske sokan faktörlerden biri, toplum kesimleri arasında eşit özne olma hâlinin siyasal kültürde sindirilmemiş olması ise; bir diğeri, hak sahipliğini kaybetmekten doğan zayıflık hissinin yayılmasıdır.Wendy Brown, bu açıdan, demokrasiyi riske sokan iki olasılıktan bahseder. Birincisi, garez ve öfkenin doğması; ikincisi, hak kaybından dolayı acı çekenlerin bir hınç’akapılmaları ve bu durumun toplum bireylerini eşitliği, dahası liyakati suçlamaya kadar götürmesidir (Brown, 2001: 193-196). Fakat, Brown’un bu tespitine karşılık, Adam Smith, öfke ve hıncı “adaletin bekçileri” olarak nitelemiş, hatta “kamusal fayda” doğuran yanlarına işaret etmiştir (Aktaran, Ure, 2022: 21).

“Hınç” deyince, akla gelen ilk düşünür olan MaxScheler;hınç’ın (ressentiment) “bireylerde ya da gruplarda kök salma biçimi ve eriştiği şiddet, ağırlıklı olarak kuşaktan kuşağa geçen etmenlere ve ikinci olarak da toplumsal yapıya göre değişir. Ancak, belirtmek gerekir ki, toplumsal yapının kendisi de egemen insan tipinin devraldığı mirasın niteliği ve değer deneyimi tarafından belirlenmiştir.” demektedir (Scheler, 2004: 21).Scheler’in dikkat çektiği husus, hıncın aslında bir kültürün unsuru olarak çalıştığı, bizim buradaki meselemiz bakımından bir siyasal kültürün tezahürü olarak anlaşılması gerektiğidir. Nitekim, Scheler, hıncın “asla özel bir iktidarsızlık biçiminin dolayımı olmaksızın ortaya çıkamayacağı”nı vurgulamıştır. Dolayısıyla, bireyler/gruplar uğradıkları hak kaybını yeniden kazanamamaya muadil bir özel iktidarsızlık hissiyatını kendi sosyal/siyasal konumlarının, kimliklerinin, nihayet onurlarının sarsılmasının tezahürleri olarak gördükleri nispette; aralarındaki çekişmeleri, birbirlerine karşı hıncın kaynağı hâline getirebilirler. Bir başka deyişle, siyasal kültürün bağrında gizlenmiş veya bastırılmış bir hınç duygusu, söz konusu çekişmelerin daha da derinleşmesine vesile olabilir.Böyle bir durumda, elbette, haset, kıskançlık ve rekabet hissi, hıncı besleyen önemli kaynaklar olarak kendilerini gösterirler (Scheler, 2004: 13), fakat, esas olarak haset daha belirleyici bir duygu olarak ön plana çıkar. Çünkü, haset duygusu, “bir başkasının bizim imrendiğimiz bir şeye sahip olması durumunda yaşadığımız bir iktidarsızlık hissinden doğar.” (Ibid, 13). Hâl böyleyse, Wendy Brown’un belirttiği gibi, hınç “iktidarın ebedi evladı” olarak yayılıp, “dolaysız zulüm yoksunluk çekenlerin çok ötesine geçer” mazlumlardan kudretlilere kadar “dört bir yanda kol gezmeye” başlar (Brown, 2021: 179). Dolayısıyla, Scheler’in işaret ettiği gibi nesnesizleşir (Aktaran, Ure, 2022: 47) ve demokrasinin siyasal kültürel gerçeği hâline gelir.

Bu noktada, demokrasinin siyasal kültürel bir gerçeği olan hıncın, iki sırtı keskin bıçak olarak işlev görebileceğini söylemek gerekir. Hıncın “sosyo-politik türü”, kolektif ve sistematik adaletsizliklerle başa çıkmada önemli bir etki gösterebilir. Diğer taraftan, sosyo-politik hınç türü, ontolojik hıncayol açan bir şekilde de işleyebilir ve bu da “radikal hasede ve derin bir varoluş nefretine” dönüşmeye sebep olabilir (Ure, 2022: 20). Buradan çıkaracağımız sonuç; bir “adalet arayışının” (veya değindiğimiz hak sahipliği kaybının) nesnesizleşmiş hıncın, mahiyet değiştirerek, özne olan bir tarafı nesneleştirme hedefi hâline getirmesidir: Toplum kesimleri arasındaki farklılığı, doğallığından çıkarıp; tüm olumsuzlukların ve haksız oluşların kaynağını öteki yapıp, soyut bir hınç nesnesi olarak görmeye başlamak. Paradoksal olarak, demokrasi taraftarlığı da aleyhtarlığı da hıncın yayılmasından beslenir hâle gelebilir; her iki kesim de kendi tutumlarını demokrasiye atıfla “halkın iradesi”ninin temsili şeklinde sunabilir. Bu sayede hınç, Ure’nin deyimiyle “temel demokratik normların duygusal muhafızı” mertebesine yükseltilir (Ure, 2022: 23).

III

Hınç, “temel demokratik normların duygusal muhafızı” ise, hangi kesim için, hangi gerekçeyle meşruluk kazanmaktadır? 2023 Seçimlerini esas alarak böyle bir soru nasıl cevaplandırılabilir?

Yukarılarda hıncın temelinde bir hak sahipliği meselesinin yattığına, hak sahipliğinin kaybedilme veya muhafaza edilme ihtimallerinin yönlendirici olduğuna değinildi. Seçim yarışının dört ittifak içinde kümelenmiş partiler ve dört Cumhurbaşkanı adayı arasında geçtiğini biliyoruz. İkinci tura kalan iki Cumhurbaşkanı adayının mensup oldukları Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı’nı buraya kadar yaptığımız kavramlaştırmalar açısından değerlendirerek yukarıda sorduğumuz sorunun cevaplarını vermeye çalışalım.

Söz konusu ittifaklar arasındaki makro düzeydeki temel çekişme hak sahipliği ile hak sahipliği kaybı arasındaki çekişmeye inhisar ediyor, denebilir. Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Cumhur İttifakı, 20 yıllık süre zarfında oluşan güncel kazanımlar (hak sahipliği) etrafında geliştirdiği siyasal söyleme dayanırken (kimlik, statü, dezavantajlı gruplara yardım, yol, köprü, vs. inşaatları); Kemal Kılıçdaroğlu liderliğindeki Millet İttifakı “tarihsel kazanımlar”ı “hak sahipliği kaybı” olarak sunan meselelere (Cumhuriyetin değerleri, kadın hakları, yargı bağımsızlığı, ekonomik gerileyiş…) karşıt talepler olarak dile getirmektedir.

Burada, şüphesiz, söz konusu dile getirilen taleplerin, iddiaların ve bunları karşılıklı çürütme salvolarının üzerinde durmayacağız. Bunun yerine, ana iki ittifaka mensup hem liderler düzeyindehem seçmenler katında bireysel ve kitlesel hoşnutsuzlukların dışa vurumu olan hınç zemininde taraftarlarını tahkim etme girişimlerinin anlam ve sonuçlarına dikkat çekeceğiz. Bunun için çok acı bir olay, 6 Şubat Depremi bağlamında bazı izahlara girişeceğiz. 13 ilimizde, geniş bir bölgede meydana gelen ve çok yüksek sayıda ölümlere, onulmaz acılara sebep olan deprem; sadece büyük bir insanlık dramını yansıtmamış, bu yazıdaki meselemiz açısından genel olarak kültürümüze, özellikle siyasal kültürümüze dair bazı problemleri de dikkatimize getirmiştir. Büyük bir felaketten böyle bir sonuç nasıl çıkarılabilir? Sorunun cevaplarını uzun uzadıya aramak, yazının sınırlarını çok zorlar. Deprem sonrası toplumda olup bitenleri kavramsal çerçevemize gözlemsel (sosyal medya paylaşımlarından da yararlanarak) olarak dâhil edip cevaplarımızı aramak daha uygun olacaktır.

IV

Deprem sonrası Cumhurbaşkanı Erdoğan, 14 Mayıs’ta Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili seçimlerinin yapılacağını kararlaştırdı. Bizi ilgilendiren seçim sonuçlarının sayısal değil, İttifaklar arasındaki siyasî çekişmenin sosyolojik sonuçları. Bu sonuçlar, hıncın siyasal kültürde mevcut yerini ifşa etmesi bakımından içerdiği anlam(lar). Bariz gösterge, Millet İttifakı’nın deprem bölgesindeki mağdur seçmenlerin; yaşanan mağduriyetin baş sorumlusunun iktidar olduğuna dair seçmenleri ikna çabalarının, beklentilerine yetmediğinin ortaya çıkması; deprem bölgesinde Cumhur İttifakı’nın altında oy almış olmasıydı. Demokrasi açısından hem Millet İttifakı’nın yüksek bir beklenti içinde olması hem Cumhur İttifakı’nın muhalefetteki bu beklentiye dair hayâl kırıklığı yaratacak daha yüksek bir sonuç elde etmesi normaldi. Normal olmayan, sonucun “seçmenin nankörlüğü” şeklinde addedilmesi ve bunun siyasal kültürümüzün hınçla bezenmiş yüzünün, bölge halkının acılarını hiçe sayan şekilde ortaya çıkıvermesiydi. Bunun kanıtı olarak, sosyal medyadan sadece temsilî birkaç paylaşımı buraya aktaracağım. Biri şöyle bir paylaşım: “Deprem bölgesi diye bir şey yok benim için artık. Ben dişimden tırnağımdan artırdım, elimde avucumda ne varsa gönderdim, uyumadım, sabahlara kadar ağladım. Onlar gitti cellatlarına oy verdi.” Bir diğeri: “…Yazıklar olsun size, ne verirlerse, ne vaat ederlerse etsinler, asla ailemin katillerine oy vermezdim.” Ve şu: “Deprem bölgeleri için çok üzüldüm. Günlerce buradan yardım çığlıklarını duyurduk, siz değil miydiniz…nerede bu devlet diye feryat eden…söylenecek söz yok gıkınız bile çıkmasın bu saatten sonra.” Devam: “Biz de salak gibi her ay yardım yapıyoruz aç açıkta kalmasınlar diye, haram zıkkım olsun.” Sonuncu: “Deprem bölgesinde uğraştığım günlere lanet olsun.”

Temkinli davranıp, temsilî paylaşımlar seçmiş olsam da bu minvalde binlerce sayıda paylaşım yapıldığını tespit ettiğimi söyleyebilirim. Tabiî, cevaben yapılan paylaşımlar da benzer nefret ve hınç duygusuyla dolu, onlardan örnek vermeme yer müsait değil ama çok çarpıcı bir açıklamayı Cumhur İttifakı’ından siyasî bir yetkilinin mealen şöyle bir açıklama yaptığını söyleyeyim: “Biz ayırt etmeden muhalefetin belediyelerinin olduğu bölgelere de yardım yaptık!” Meramım, siyasal kültürdeki hınç unsurunu yansıtmak olduğu için taraf gözetmeden sürdürecek olursam; hınçla yüklü bir toplum olduğumuzu Millet İttifakı’ndan siyasî bir yetkilinin verdiği şu beyanatı da aktarmalıyım: “En büyük korkum, bölgedeki Alevi vatandaşlara bir saldırı olmasıydı.”

Bu durumun izahı nedir? Eleştirel Teori’nin önemli isimlerinden Rahel Jaeggi’den ilhamla diyebiliriz ki, siyasî karşıtımız için çizdiğimiz portre, sadece komplo teorileri üretme yatkınlığımızı geliştirmiyor; hıncın somut bir temel bulmasını da zorlaştırabiliyor.Jaeggi, “herhangi birinin sorumlu olmadığı ya da sorumlu kılınmadığı yerde-salt doğal afetler ya da tamamen olumsal kötü talih gibi durumlarda” böyle olduğuna, dikkat çeker ve o zaman bir günah keçisi bulmaya veya birini suçlu ilan etmeye vurgu yapar (Jaeggi, 2022: 159). Bu, bizim örnekolayımızda halk’tır. Hak sahipliğinin kaybı (istenilen oranda oy alamamak), demokrasinin meşruluk temeli halktır normatif kuralına ters düşme pahasına sorumlu olarak halkı görür, yetmedi suçlu ilan eder. Bunu yaparken, yapılan “iyilikler”in karşılığını almamayı nankörlük addeder, bizatihî itibarsızlaştırma girişiminde bulunur (verdiğimiz sosyal medya paylaşımı örneklerinde olduğu gibi).Neden?

Bunun, genel olarak toplumsal/siyasal beklentinin çok yüksek düzeyde tutulmasıyla, Hegel’in bir terimini kullanırsak, sanal “mutlu bilinç”le alakalı olduğu düşünülebilir. Fakat, Hegel’in “mutsuz bilinç”i esasen “insanın arzu ile toplumsal ihtiyaçlar arasındaki çatışmayı çözmek için bilincini rejiminkiyle aynı hizaya getirdiği” hatırlanırsa (Aktaran, Brown, 2021: 182) sanal olan mutlu bilinç’ten daha gerçekçi bir “mutlu bilinç’in varlığını görebiliriz. Bu noktada, hak sahipliği kaybının yukarılarda değindiğimiz özel bir iktidarsızlık hissiyatı ile gene yukarılarda Ure’ye atfen belirttiğimiz hıncın, temel demokratik normların duygusal muhafızı oluşunun birleşmesi, sadece tepkisel düzeyde kalarak eylemsizliğe yol açar ve bu,  Brown’un belirttiği gibi (Brown, 2021: 191),sahip olunan en ahlâkî eleştirileri oluşturur; zafere ulaşıncaya kadar buna itaatkar şekilde tutunmayı beraberinde getirir. Belirtiğimiz gibi, geriye günah keçisi arama ve suçlu bulma gibi eylemde bulunmaya muadil tek seçenek kalır.O zaman da, aktardığımız sosyal medya paylaşımlarında açıkça ortaya çıktığı gibi, beklentinin gerçekleşmemesi (yeterli oyu alamamak), beklentiyi karşılamayanları iyilikten mahrum bırakan hıncın önemli unsuru olan haset şeklinde hıncı yoğunlaştırır.

Nietzsche’ye başvurarak bitirelim: “Ben bir şeye sahip olamıyorsam bütün dünya da hiçbir şeye sahip olmasın! Dünya hiç olmasın!” (Aktaran, Ure, 2022: 45-italikler orijinal)

Bu ise hınç kültürüyle bezenmiş bir demokrasinin, paradoksal olarak “halkın halk üzerinde iktidarı” olmaktan başka bir soyut terim olarak kalması ve yaşanması demektir. Bugün kaybeden için de, yarın kaybedecek için de…

*Bu yazı Türkiye Günlüğü dergisinin 154. sayısında (2023) yayınlanmıştır.

KAYNAKÇA

Brown, Wendy (2021), Neoliberalizmin Harabelerinde, Çev. Bülent Doğan, Metis, İstanbul.

Jaeggi, Rahel (2022), “Gerileme Tarzları: Hınç Vakası”, Cogito, Sayı 101.

Kalaycıoğlu, Ersin (1995), “Türkiye’de Siyasal Kültür ve Demokrasi”, Türkiye’de Demokratik Siyasal Kültür içinde, Türk Demokrasi Vakfı, Ankara.

Sarıbay, Ali Yaşar (2016), Global Bir Bakışla Politik Sosyoloji, 5.b., Sentez, Bursa.

Scheler, Max (2004), Hınç, Çev. Orhan Koçak, Çev. Abdullah Yılmaz, Kanat Yayınları, İstanbul.

Ure, Michael (2022)i “Hınç/Ressentiment”, Cogito, Sayı 101.


[1]Ayrıntılı açıklamalar için Sarıbay, 2016, Bölüm 3.

DEMOKRASİNİN HINÇ KÜLTÜRÜ*

CHP’nin SİYASÎ GELECEĞİ

                                                                                                      Prof.Dr. Ali Yaşar Sarıbay

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin bugün içinde bulunduğu durum ve bu duruma bakarak partinin siyasî geleceği iki düzeyde analiz edilebilir. Birinci düzey siyasî ontoloji düzeyidir. Bu düzey, CHP’nin varoluş koşullarını dikkate alarak, kendine tanımladığı siyasî kimliğe bakmayı gerektirir.  CHP’nin siyasî ontolojisiyle bağı ihmal edilmeden bakılacak ikinci düzey ise ideolojik düzeydir. CHP’nin siyasî ontolojisi, onu Türkiye’nin bir ulus-devlet kuruluş sürecinin hem sonucuhem o sürecin yönlendirici siyasî gücü olduğunu ifade eder. CHP’nin ulus-devletleştirmeye verdiği yön ve kattığı renk, onun Kemalizm olarak adlandırılan siyasî ideolojisini meydana getirmiştir. Kemalizm ise bir medeniyet değiştirme projesi olup; laiklik marifetiyle otoriter kalkınmacı bir moderntoplum yaratma girişimidir.

CHP’nin hem mevcut durumuhem geleceği söz konusu iki düzeyin tarihsel süreçte içine düştükleri paradokslar dikkate alınarak anlaşılabilir. CHP’nin siyasî ontolojisinin ideolojik düzeyde dayattığı husus, küreselleşme sürecine eklemlenmiş Türkiye’de devleti, toplumu ve siyaseti hâlâ kuruluş aşamasının siyasî kodlarıyla algılamasına sebep olmaktadır. Bu ise CHP’yi ulus-devlet olmanın tarihsel köklerini yeniden canlandırmaya zorlamakta; zorladıkça, siyasî ideolojisinin içeriğini otoriter olmaktan kurtaramamaktadır. Bunun önemli bir sonucu, demokrasiye geçişle birlikte kendini gösterdi: CHP, siyasî rakiplerini, kendi siyasî ontolojisini, dolayısıyla bununla özdeşleştirdiği devleti ve toplumu “bozan” bir faktör olarak görmeye başladı. Daha doğrusu, onları bir “rakip” olmaktan çok, Schmittyen anlamda bir “siyasî düşman” şeklinde algıladı ve bu doğrultuda bir siyasî kültürün oluşumunun zeminini döşedi. Zaten, bunu kolaylaştıracak bir unsur siyasî ideoloji olarak elinde mevcuttu: “Siyasî düşmanların” amacı, Kemalizm’i geriletmek, dolayısıyla laiklik temelinde yükselen modernleşme sürecini tersine çevirmekti. O kadar ki, CHP, tabiri caizse, ideolojisini ister istemez paranoid bir zemine kaydırmaktaydı. Örneğin, CHP’nin kendi içinden çıkan Demokrat Parti (DP) kurucularını “Atatürk düşmanları” şeklinde niteliyor; DP’nin ezanı tekrar Arapça okutmayı sağlamasını “şeriat tehlikesi” olarak tanımlayabiliyordu. Fakat, ilginçtir, “Atatürk’ü Koruma Kanunu” suçladığı bu DP tarafından yürürlüğe konmuştu.

Kısacası, CHP’nin bu doğrultuda siyasî şekillenişi, geleceği belirlemede ve demokrasinin eksikli olmasında da önemli rol oynamıştır. Bugünkü durumu da söz konusu şekillenişten bağımsız değildir. Tabiî, günümüz CHP’sini fazladan etkileyen bir faktör, değindiğim gibi, Türkiye’nin küreselleşme sürecine eklemlenmiş olmasıdır. Dahası, bunun, DP’yi “siyasî düşman” olarak oturttuğu konumun günümüzde daha “radikal” tezahürü olarak gördüğüAK Parti (AKP) politikaları marifetiyle yapılmasının doğurduğu siyasi “hınç”tır.Bu ise CHP’nin oturduğu siyasî ontoloji zeminini kaygan hâle getirmiş; yüzü kendi tarihsel oluşumuna dönük olarak ileriye yönelme isteği gibi siyasî bir paradoksun içine düşürmüştür. Örneğin, CHP, 12 Haziran 2011 genel seçimlerindekendisini “yeni” gösterip, birçok önemli meselede eskiden kopamayan bir tavır ve üslup sergileyerek ikna edici olamamıştır: “Yeni” kelimelerle “eski” şeyleri söylemiştir. Ekonomik meselelere yaptığı vurgu; dünya gidişatına ayak uydurmuş ve bu ayak uydurmanın yarattığı sınıf atlama ve statü elde etme/pekiştirme fırsatçılığına karşı, iddia etikleri “sol” bir alternatif sunamamıştır. Hatta, bu konularda, çelişkili şekilde, AKP’nin yaptıklarını “ben yaparsam daha iyi yaparım” gibi soyut ve her hâliyle rol çalmaya muadil bir tutum takınmaktan başka bir şey yapamamıştır. En önemli meselelerden olan Kürt meselesinde AKP’den farklı, somut ne düşündüğü adeta bir sır olarak kalmıştır. Bu sırrı “ifşa ettiği” zaman da kendi kendini tekzip eden bir tutarsızlık sergilemiştir. Örneğin, AKP’den daha radikal bir öneride bulunmak isteyerek “özerklik”ten bahsetmiştir, ertesi gün “yanlış” anlaşıldığını söylemiştir. İllere, bölgelere göre takındığı fırsatçı tutum, CHP’nin tutarsız bir imaj vermesine yol açmıştır. Neticede, kendisini “sol” bir parti olarak tanımlayan CHP, bahsettiğim kayganlaşan ontolojik zeminde yürümesinden doğan paradokslara maruz kalmıştır: Popülizm yapmayı, halkın diliyle konuşma gibi görmüş; “sol” bir parti olduğunu anlatmaya giriştiğinde de kendi otoriter modernleşme projesinin kurucu kodlarını, sol bir jargon gibi göstermeye çalışmıştır. Bu paradoksları yüzünden, bir anlamda, halka yaklaşırken, halktan uzaklaşmıştır.

Bu noktada laiklik meselesini özellikle örnek verebiliriz.  CHP’nin laikliği genel olarak ve her seçimde tartışma konusu yapmasının iki sebebi olmuştur. Birincisi, yukarıda resmetmeye çalıştığımız tarihsel sürecin bıraktığı mirasla ilgili: Siyasî otoritenin kurucu, düzenleyici ve dengeleyici mahiyetini CHP’nin hasis şekilde sahiplenmesidir. Bu anlayışın tam tamına beslediği ikinci sebep ise siyasî iktidarın rakip tanımaz öncelliğini, dost-düşman ayrımı içine oturtmuş olmasıdır. Bu iki doğrultuda laiklik, siyasî sınıflar arasında adeta bir varoluş mücadelesişeklinde bir mesele olarak günümüze yansımıştır. Meselenin püf noktası da tam burada görünmektedir: Özellikle dindarların (ve tabiî temsilcisi partilerin) siyasî alana katılma talepleri, dinsel bir sınıfın yeniden hâkimiyet kazanması, dolayısıyla eskiye dönüş arzularının hortlaması şeklinde algılanması. Bu durumda da kelime kökeni itibariyle “laik” olan,içinde çok geniş ölçüde dinî grupların da yer aldığı “halka ait olma”yı ifade ettiğine göre;  CHP, iki ucu keskin bir bıçakla karşı karşıya kalmıştır hep: Halka yaklaşmakla dinî grupların taleplerini meşrû görmek veya o taleplere kulak vermeyerek din karşıtı algılanmak arasında gidip gelmek. Bunun somut örneği Deniz Baykal döneminde fiyaskoyla sonuçlanan “Çarşaf Açılımı”dır.Oysa, AKP’nin 12 yıllık iktidar döneminde yaptıkları, küresel kapitalizmin kurumsal, sosyal ve politik telkinlerinin başarılı şekilde hayata geçirilmesinden ibarettir. Söz konusu başarı, AKP’nin piyasa ekonomisine yönelik düzenlemeleri pekiştirmesi (Anadolu sermayesinin dünyayla entegre olmakta gösterdiği maharet sayesinde)ve piyasa-dışı sosyal ve ekonomik mekanizmaları da devreye sokmasıyla bağlantılıdır. Böylece, dezavantajlı toplum kesimlerini sisteme entegre etmeye yönelik girişimler, o kesimlerin sosyal dışlanmışlık duygusundan arınmalarını sağlayacak mekanizmalarla yapılmıştır. CHP ise bu bakımdan, umut vaat eden alternatif “sol” denebilecek, hiçbir projeyi halka sunamamıştır. Bunda şüphesiz, devamlı kendi iç sorunlarıyla uğraşan bir parti olmaktan çıkamamasının rolü büyük olmuştur.

Hâl böyleyse, CHP’yi bekleyen siyasî akıbetin, kendi ontolojisi ile ideolojisi arasındaki bağı belirgin kılmasına bağlı olduğu söylenebilir. Fakat, bunun “yeni” bir CHP oluşumunu ne ölçüde sağlayacağı gene de şüpheli görünmektedir. Şöyle ki: CHP içinde Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra belirgin hâle gelen siyasî ayrışmalar ve çekişmeler, ontoloji-ideoloji hattında gezinmeye devam eden paradoksları aşabilecek mahiyette gözükmemektedir. Bir kere, kendilerine “Ulusalcılar” denen kesimin, dile getirdikleri talepler kesin olarak CHP’nin siyasî ontolojisinin ihya edilmesine yöneliktir (“Yeni değil, yeniden CHP” sloganı, bu durumu çok iyi sembolize etmektedir). Bunun sonucu, CHP’nin katı bir ideoloji partisi olmasıdır. Demokratik taleplerin ve yapılanmaların yoğunlaşmış olduğu bir Türkiye’de bu tür bir partinin en azından etkili olma şansı yoktur. Öte yandan, Kılıçdaroğlu’nun liderliğindeki kesim, “Ulusalcılar”a karşı dururken; onlardan farklı şeyler söylüyormuş gibi yapıp, aslında aynı tutumu sergilemektedirler. Bu doğrultuda, parti-içi çekişme, esasında gruplar arasındaki şahsîleştirilmişolan bir çekişmenin veya mücadelenin ötesine geçememektedir. Hâl böyle olunca, belki en etkili rol oynayabilecek anda, parti tabanı da üsteki bölünmenin izdüşümü olmaktan kurtulamamaktadır.

Sonuç olarak, kuruluşundaki siyasi ontolojisine hapsolmuş bir CHP, o hapsolmuşluğun paradokslarını aşamadığı sürece, ne yenilenebilir, ne de bir iktidar alternatifi olma şansını yakalayabilir.

*Bu yazı, 18 Ağustos 2014 yılında 2014 seçimleri için ALJZEERA için yazılmış olup, mevcut güncel tartışmalara politik sosyoloji perspektifinden bakmanın, şahsiyat yapmaktan daha aydınlatıcı bir işlev göreceği beklentisiyle burada paylaşılmaktadır.

https://www.aljazeera.com.tr/gorus/chpnin-varolussal-krizi

CHP’nin SİYASÎ GELECEĞİ

ANAYASA YAPMANIN POLİTİK ONTOLOJİSİ*

Anayasa mefhumu üzerinde çok çeşitli fikirler yürütülüyor ama onun politik ontolojisinin ve anlamının ne olduğu pek az tartışılıyor. Anayasanın Osmanlıcadaki semantiği ile başlayarak bu hususa açıklık getirebiliriz. Osmanlıcada bugün kullandığımız “anayasa”ya karşılık gelen iki terim vardı: “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu” ve “Kanun-u Esasî”. Bu her iki terim de devletin örgütlenmesini ve işleyişini ifade eden “temel” (esas) bir resmî metne göndermede bulunurdu. Dolayısıyla, anayasa ve anayasacılık Osmanlı’da öncelikle devlet maslahatı olarak telâkki edildiği gibi; devletin farklı toplumsal kesimler karşısındaki ve üstündeki genelliği de devlet maslahatına ilişkin hemen her şeyi kanun konusu yapan bir anlayışa dayanırdı.

Böyle bir anlayışın kalbinde yatan temel bir çelişki ise politik olanın hukukîleştirilmesi şeklinde tezahür eden bir tutumdu: Esasında politik bir varlık olan devletin, bu niteliğinden arındırılarak, sadece hukukî bir imgeymiş gibi topluma sunulması veya politik olanın hukuk vasıtasıyla apolitik şekilde toplumsal tahayyüle yerleştirilmesi.

Söz konusu tutumun bir “çelişki” olması ise şundandı: hukuku apolitikbir vasıta olarak gören devlet elitinin, politik gücü ellerinde tutmanın verdiği güvenle, gerektiğinde kendi amaçları doğrultusunda hukuku politikleştirebileceklerini varsaymaları.

Egemenliğin anayasacılığın merkezî kavramlarından biri olarak kabul edilmesi aslında hukukun sınırlarını politik olandan ayırmak; son tahlilde anayasayı, politik gücü kim(ler)in elinde tutacağını belirleyen hukukî norm koyan soyut bir metin hâlinde düşünmektir. Nitekim, tarihsel gelişime baktığımızda, bu durum net bir şekilde görülür.

Batıda imparatorun res publica’nın (cumhuriyet’in) başındaki kişiliği simgelemesine paralel olarak, onun egemenliğinin anlamını ifade eden constitutio (anayasa) da doğal olarak diğer tüm yasaların üstünde yer almakta ve onların “ana”sı sayılmaktaydı. Bu anlamda, egemen res publica’yı kuran (constitute) rakipsiz güç olduğundan, anayasa da diğer tüm hukukî unsurları kuran bir üstünlüğe sahipti.

Epey zaman sonra, 17.-18. yüzyıllara gelindiğinde ise anayasanın anlamında bir değişim oluştu; artık “anayasa” dendiğinde, genel olarak hükümetin iktidar kullanımının hukuken sınırlandırılması ve bu sınırlar dâhilinde otorite kullanımı anlaşılır oldu. Anayasacılık da bu doğrultuda bir anlam kazandı ve daha çok İngiliz düşünür John Locke’un ve Amerika’nın cumhuriyetçi kurucu babalarının düşüncelerinin formülasyonu hâline geldi.

Bu semantik değişimin, şüphesiz, halkın egemenlik öznesi olarak tarih sahnesine çıkmasıyla bir ilgisi vardır. Bununla beraber, siyaset bilimci Giovanni Sartori’nin dikkatleri çektiği gibi; “halk” mefhumundaki (“herkes”, “pek çok”, “aşağı sınıf”, “organik bütün”, “salt çoğunluk”, “sınırlı çoğunluk”) ilk bakışta muğlaklık gibi gözüken husus, egemenliği soyut hâle getirmesi bir yana, egemenin yukarıda yaptığımız kavramlaştırması doğrultusunda düşündüğümüzde, halkın kendisine karşı “nihaî karar veren” bir güç odağı olması gibi paradoksal bir durumu da ortaya çıkarmaktadır. Bu ise “halkın iktidarı (egemenliği) kimin üzerinde uygulanacaktır?” gibi önemli bir sorunun cevabının, paradoksal olarak, “halk üzerinde” olmasını gerektirmektedir.

“Halkın halk üzerindeki iktidarı” gibi bir paradoks, aslında modern politikanın ontolojik boşluğu olduğunu söylememizle eşanlamlıdır. Politik bir kategori olarak halkın tahayyülî (imaginative) bütünlüğü, onun çoğulluğunu, çeşitliliğini, farklılığını gizler; ama, paradoksal olarak, halkı hem parça hem bütün olarak konumlandırır. Siyaset filozofu Jacques Ranciere, bu durumun köklerinin eski Yunan’a kadar uzandığını belirtir ve Demos’un (halk’ın) “sayılabilir olmayanın sayımı” şeklindeki parça ve bütün özdeşliğinin öznesi olduğunu ve halkın bütünle özdeş görülmesinin aslında onun bir “taraf” olmaktan çıkardığını vurgular. Demokrasinin ilerlemesine paralel olarak; halkın bütünsel bir varlığa büründürülmesi, onu, kendisinden başka bir şeyden ayırmak zorunluluğunu beraberinde getirdiği gibi, bütünü inşâ eden dışarının ne olduğunu ve bunun için dışarı atılan (dışlanmış) tarafı da saptamamızı gerektirir.

Halk mefhumunun genelde bir “bütünsel” varlık olarak algılanması, halkın “iktidarın boş yeri”ni doldurma durumu hâsıl olduğunda hegemonik bir politik kimlik şeklinde kurulmasıânında (momentte) ortaya çıkar. Fakat, kolektif kimlikler, son tahlilde “biz”- “onlar” arasında yapılan bir ayırıma dayanmak zorunda olduklarından; halk kendini hegemonik bir güç olarak kuran momentten bir öncekini (bir başka hegemonik güç olma durumunu) dışlayıp, ötekileştirerek politik kolektivite hâlini korur. Bu, aslında, yukarda belirtilen paradoksun, “halkın halk üzerindeki iktidarı”nın bir sûreti olarak demokrasiye vücut vermesidir. Çünkü, halk bir momentteki durumdan (bir hegomonya olarak kurulmaktan), başka bir momentteki duruma (başka bir hegemonya olarak kurulmaya) geçmiştir ve demokrasinin öznesi kaldığı sürece de söz konusu paradoks hiçbir zaman ortadan kalkmayacaktır. Semantiğine bağlı kalarak yaklaşırsak, hegemonyanın bütün (halk) içindeki bir parçanın (tarafın) durumsal olarak ön plana çıkmayı, lider konuma yükselmeyi içerdiğini görebiliriz.

Bu açılardan bakıldığında; yapılacak olan anayasanın, esasen, politik olanın kurucu gücüne indirgenmiş bir sonuca endekslenmesi, demokrasinin tesisi için elzem görünmektedir. Buna bağlı olarak, anayasa aracılığıyla halkın, toplumsal/siyasal ilişkilerde “gerçek” taraflardan ayrılmasına muvafık mı, muhalif mi olunacağının ortaya çıkmasının; demokrasinin ilerde alacağı yönü belirleyeceğini mutlaka düşünmek gerekmektedir.

Neticede, anayasa yapma süreci; egemen ile kurucu güç arasındaki farkın oluşup oluşmayacağını bize göstereceği gibi; yeni bir dışlanmışlığın reddedildiğine, dolayısıyla kurucu gücün yeni bir egemen sayılmayacağına dair zihniyeti hâkim kılmanın başlangıcı olup olamayacağını da ortaya çıkaracaktır. Bir anayasanın en temel özelliği kurucu iktidarın iradesi neticesinde hâsıl olmasıdır. Bu anlamda, siyaset bilimi açısından; bir anayasanın ontolojisi (varolma imkânı) bir politik iradenin gücünden kaynaklanır. Bu iradenin demokratik bir varoluşsal şekilde tezahürü ise kurucu iktidarın ve onun yansıması olan politik iradenin, toplumun tüm sosyal kesimlerinin vücut vereceği bir kurucu meclisin varlığı ile mümkün hale gelir.

*Önümüzdeki günlerde yeni bir anayasa yapma meselesinin muhtemelen enine boyuna tartışılacağı anlaşılmaktadır. Bu tartışmalar da büyük ölçüde polemikleri beraberinde getirecektir. Anayasa yapma meselesi şüphesiz çok önemli bir meseledir ve ciddi tartışmaları, analizleri gerektirir, dolayısıyla reel-politik olanın arkasını resmeden teorik bir çerçeveye bakmayı zorunlu kılar. Bu yazı, çok daha önce yayımlanmış geniş bir yazının çok kısa ve çok az ekleme yapılan bir özetidir  (Ali Yaşar Sarıbay, “Politik Anayasacılık: Hukukun Politik Mantığı”, Prof. Dr. Ergun Özbudun’a Armağan, Cilt I, 2008, ss.383-397). Amaç, bir polemiğe vesile olmak değil, siyaset bilimi perspektifinde bir yurttaş olarak sesli bir düşünmeyi yansıtmaktır.

ANAYASA YAPMANIN POLİTİK ONTOLOJİSİ*

Siyasal Partiler ve Demokrasi Kültürümüz

    [ Ertuğrul Günay, Bir ‘Hürriyet’ Hikâyesi: Çok Partili Dönemde Özgürlükçü Bir Siyaset                     

      Girişimi (1955-1958), İletişim, 2020, 248 ss. ]

Deneyimli siyaset insanı sayın Ertuğrul Günay’ın 20 Aralık 1955’te kurulan Hürriyet Partisi (resmi kısaltmasıyla Hür.P.)’ne dair yukarıda künyesi verilen kitabı; gerek siyasal partilerimizin iç işleyişleri, gerek partilerin yöneticilerinin ve siyaset insanlarının siyasi zihniyetleri/ideolojileri, davranış kalıpları açısından üzerinde durup düşünmemiz gereken önemli bir çalışma. Kitabın bütünü, Hür.P.’nin doğuşunun arka planı olarak demokrasi tarihimizn öenmeli siyasi olaylarını; bu olayların demokrasi kültürü adına yarattığı etkileri ve sonuçları objektif bir yaklaşımla resmeden nitelikte. Bunlar, meraklılar tarafından bilinen olaylar olsa bile iç bağlantıları ve etkileşimleri bakımından demokrasi tarihimizin sistematik ve mantıksal tutarlılık içinde resmedilmesine dayanıyor. Dolayısıyla, benim burada yapmak istediğim, kitabın bir özet tanıtımını yapmak değil; aktarılan siyasi olaylar ve davranışlar bağlamında siyaset kültürünü odağa alan siyasi içerimler üzerinde durmaktır.

Türkiye’nin siyasi geleneğinde çoğulculuk ve hürriyet meselesinin önemi her zaman olmuştur ve bu husus tarihsel bir arka plana sahiptir. Nitekim, çok gerilere gitmeden Türkiye Millet Meclisi (TBMM)’nin kuruluş sürecini esas alırsak; örneğin, 1908-1920 arası 10 yıl sürmüş İttihat Terakki döneminin 5 yılı çoğulculuk, 5 yılının da tek parti iktidarı şeklinde geçtiği görülür . Buna karşılık, “hâkimiyet-i siyasîye”ye karşı “hâkimiyet-i millîye” çekişmesinin yönüne bakıp daha 1920’lerde 1921 Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu ile meşrutî rejimden cumhuriyete geçileceğini tahmin eden mebuslar olmuştur. O zamanlar, kuvvetler birliğini savunan Mustafa Kemal Paşa, aksayan durumlar karşısında bu savunusunu yumuşatsa da, esasen, “…irade-i millîye bakımından ifade ettiğimiz taksim-i kuvva [kuvvetler ayrılığı] yoktur görüşündeydi. Çünkü “halk hükümeti”nin, yani “demokrasi”nin ancak kuvvetler birliği sayesinde gerçekleşebileceğine inanmaktaydı (Tunaya, 2019a: 237-238).

Bu gelişmeler çerçevesinde, 1868’de ülkeyi vilayetlere ayıran Teşkilât-ı Vilayet Nizamnâmesi’ne dayanarak idare meclislerinin kurulması (Hanioğlu, 2019: 341-344), siyasal temsil olgusunun nüve şeklinde de olsa ortaya çıkışıdır. Bu doğrultuda, siyasal temsilin bir parlamentoya vücut vermesini zorunlu hâle getiren; “Meclis Hükümeti” rejimine geçişi sağlayan ve neticede Müdafaa-i Hukuk’un bir millî devlet oluşumunu fiiliyâttan hukukîliğe dönüştüren durum hasıl olmuştur. Siyasal temsili zorunlu hâle getiren somut bir zemin Osmanlı’da zaten mevcuttu: 1918-1920 arasında 33 siyasal parti ve dernek kurulmuştu. 28 Ocak 1920’de Misâk-ı Millî Beyannâmesi yayımlanarak, millî devletin siyasî coğrafyası belirlenmişti. 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalinden iki gün sonra Mebusan Meclisi son toplantısını yapmış; Müdafaa-i Hukuk’un yürütme organı ve Anadolu’nun fiilî hükümeti olan Heyet-i Temsiliye 19 Mart 1920’de “İntihabat Tebliği” yayımlamıştır. Böylece, yeni bir genel seçim yoluyla TBMM’nin kuruluşu hayata geçirilmiştir (Tunaya, 2019b: 350;362).

Bu sürecin tarihsel arka planında Kongreler döneminin varlığını ve etkisini unutmamak gerekir. Genel olarak Kongreler ülkenin veya bölgenin geleceğine dair idarî, siyasî kararları dayandıkları temsilî güç sayesinde alan örgütlenmelerdi (Tanör, 2016: 94). Kongreler, ulusal bağımsızlığı ateşledikleri gibi; esasında, ileriye dönük oluşacak siyasal kurum ve yapıların da dinamosu olmuşlardır. TBMM bu anlamda Kongrelerin temsili, demokratik, kurumsal uzantısı olarak nitelenebilir. Nitekim TBMM üyeleri arasında eski kongre mensuplarının sayısı çok olduğu gibi; TBMM’den “Ankara Kongresi”, “İkinci Millet Meclisi” diye de bahsedilmiştir. Bizzat Mustafa Kemal Paşa da TBMM’yi “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin kongresi sıfatını haiz olduğunu vurgulamıştır (Tanör, 2016: 327).

Kongreler döneminin önemli bir siyasî tartışması, daha sonra TBMM’nin gündemine de yansımıştır. Siyasî egemenliği temsilen belirleyecek seçimlerin kapsamı ne olacağı meselesiydi bu: Padişahın ve Âyanın da milletin mebusları gibi seçilip seçilmeyeceği. Siyasî egemenlik konusunda İngiliz ve Fransız doktrinlerini yetersiz bulan bazı mebuslar, Padişahın da Âyanın da mebuslar gibi seçilmesi gerektiğini savunmuşlar; bazıları, aynı doğrultuda meseleyi biraz daha ileriye götürerek “kendimize mahsus, İslâm’a dayanan bir meşrutiyet” istemişlerdir (Tunaya, 2019a: 230). Neticede, mesele, egemenliğin padişahta mı, yoksa millette mi olacağı noktasına inhisar etmiştir.“Padişahta” diyenlerle “Millette” diyenler arasında ateşli bir tartışma meydana gelmiştir. O kadar ki, Âyan Meclisi’nde “bizde repüblik [cumhuriyet] yoktur, aklımıza da getirmeyiz” itirazları, Mebusan Meclisi’nin feshine bile yol açmıştır (Tunaya, 2019a: 231-232).

Bu rejim tartışması, TBMM’de “Birinci Grup”-“İkinci Grup” şeklinde siyasal bir ayrışmaya yol açmış; tartışma, müzakere, diyalog gibi demokrasinin unsurları en somut ve bariz şekilde sergilenmiştir. Burada ayrıntılı bir tarihsel arkaplan bilgileri üzerinde durmamız mümkün değil. Şu kadarını belirtmekle yetinmemiz daha uygun olur: TBMM kurulup faaliyete geçtikten sonra, üç siyasî grubun varlığı ortaya çıkmıştır ki her bir grup birer siyasî parti hüviyetinde hareket etmiştir. Gruplardan biri, 1921’de (Meclis faaliyete geçtikten on yedi gün sonra, 10 Mayıs’ta) Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında, (Birinci) Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adı altında teşkil olmuştur. 22 Temmuz 1922’de ise ilk başlarda Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey’in liderlik yaptığı (İkinci) Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu kurulmuştur. Üçüncü Grup ise Kastamonu Mebusu Abdülkadir Kemali Bey’in liderliğinde, diğer iki gruptan bağımsız hareket edenlerden meydana gelmiştir (Demirel, 2010: 161). Siyasî çekişmeler ve fikir tartışmaları genel olarak bu üç grup arasında cereyan etmekle beraber; ana siyasî meselelerdeki görüş ayrılıklarına dayanan müzakereler, tartışmalar ve tenkitler, münhasıran, tarihe Birinci Grup ve İkinci Grup adıyla geçecek olan bu siyasî ekoller arasında olmuş ve Cumhuriyet rejiminin siyasî geleceği bu sayede belirlenmiştir. Bu noktada, daha Kurtuluş Savaşı devam ederken; Meclis Hükümeti’nin mahiyetine ve siyasal rejimin geleceğine dair müzakereler, tenkitler alabildiğine özgürce gündemde olmuş; siyasal hayatın ileriye matuf şekillenişinin temelleri atılmıştır.

Bütün bu gelişmeleri, şüphesiz, Hür.P.’nin siyasi fikriyatının daha geniş bir çerçevede anlaşılmasına yardımcı olabilir düşüncesiyle aktarıyorum. Nitekim, 1945’te “çok partili” siyasi hayata geçildiğinde, her şeyden önce, bu geçişi sağlayan zamanın iktidar partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin tevarüs ettiği, demokrasinin inşasını kolaylaştırması beklenen bir siyasi kültürün varlığı söz konusuydu. Buna rağmen, demokrasi tam tamına neden gerçekleştirilemedi ve 1960’da bir darbeye maruz kalıp, ilerideki siyasi/ideolojik kutuplaşmaların zemini döşendi? Kitapta, demokratik meşruiyetin önemi aracı olan seçim sistemi (çoğunluk esası), “tek parti iktidarı”nı yaratan bir faktör olarak belirtiliyor ve bu seçim sisteminin kuvvetler birliğine dayanan 1924 anayasası ile beraber uygulanmasının “CHP’nin yanlış hesabı” sonucu olduğu vurgulanıyor (s.34-35). CHP’nin “nasıl olsa bu uygulama bizi iktidar yapar” anlayışının yanlışlığı; hem iktidar olamaması, hem Demokrat Parti (DP)’nin de süreç içinde “tek parti iktidarı” olmasının imkânlarını hazırlamasıyla çok net ortaya çıktı (s.43 vd.). Bu gidişatı eleştirdiği için, DP’den Haysiyet Divanı’na verilerek ihraç edilen, daha sonra Hür.P.’nin genel başkanlığını yapacak olan Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, Adnan Menderes’e “Reis Beyefendi” hitabıyla yazdığı mektupta; “…İlk günden beri beraber olanlar niçin beraber olmuşlardı? Sadece bir adamı, bir zümreyi yerlerinden kaldırıp o yerleri işgal etmek için mi?” gibi soruları müteakip şu hususu özellikle vurgular: “…Bu suretle maznunların ve masumların fırkası olan DP, şimdilik zalim değilse bile nobran ve hoyrat bir hüviyet arz etmektedir. Partide muhabbet yerini korkuya bırakmış, manevi rabıtalar gevşemiş, havaya husumetin ve hırsın ağırlığı çökmüştür.” (s.58-60).

Karaosmanoğlu’nun daha sonra (ilk genel başkan Dr. Ekrem Hayri Üstündağ’dan sonra) başına geçtiği Hür.P.’nin demokrasi anlayışı şuydu: “Demokrasi, kamu işlerinin görüşme, tartışma ve tam bir denetim serbestliği içinde bütün yurttaşların katılımıyla yürütüldüğü rejimdir. Bu rejim yurtseverlikte ve gerçeğe hizmette tekelciliği reddeder…[H]areket noktasında, bireyin doğrudan doğruya bir değer olduğunu kabul eder. Bu itibarla, insan hak ve özgürlükleri rejimin temelini oluşturur.” (s.72-73). Nitekim, Hür.P., demokrasi anlayışını, yönetim düzeyinde de ilk defa “kolektif liderlik” unsuruyla tutarlı bir şekle büründürmüştür (s.108-110).

Hal böyle olunca, demokrasinin inşasında seçim sistemi dışsal bir faktör olarak, iktidarın tekelleşmesine imkân tanımış olsa dahi iktidarın ne (ler) ve kim (ler) için kullanacağı son tahlilde siyasi ideolojinin yönlendirmesiyle alâkalı bir mesele olarak ortaya çıkmaktadır; Karaosmanoğlu’nun biraz yukarıda aktarılan mektubunda belirildiği gibi. Bunu sağlayan tevarüs edilen siyasal kültürün mahiyetidir. Şüphesiz, bu noktada önemli olan, aynı siyasi kültürü tevarüs etmiş varsaydığımız kişler/gruplar (hem DP’nin, hem Hür.P.’nin ön planda görev alan figürlerinin CHP’den çıktığı düşünülürse) neden reel politikte farklılaşma göstermişlerdir sorusu cevaba muhtaçtır. Siyaset olgusunun sadece kurumlardan ve kurallardan müteşekkil olmadığını kabul edip; o kurumların, kuralların siyasi aktörlerce kuvveden fiile geçirilmesinin söz konusu olduğuna dikkat ettiğimizde, sorunun muhtemel bir cevabı da verilmiş olur: Kişilik yapısı. Nitekim, kitapta DP iktidarında demokrasinin işlemesini kısıtlayan faktörler arasında bazı kurumsal ve kuralsal düzenlemeler (örneğin, Basın Kanunu; “sert muhalefet yapmanın” siyasetin doğasında olduğu gibi yazılı olmayan bir kuralın ayrıştırıcı rolü gibi) yanında, “tabasbus” (yazar açıklamamış bu sözcüğü nezaketinden, ben de o nezakete saygı göstererek “yağcılık yapma” şeklinde hafifleterek  yazayım karşılığını buraya) gibi yöneticilerin kişiliğin etkileyen, hatta zaman içinde kişiliklerini başkalaştıran ve onları bir “hâle” gibi çevreleyen faktörlerin (s.43-46) rolü hafife alınamaz ( Hiç şüphesiz, bunu söylerken, siyaset psikolojisi üzerinden bir indirgemecilik söz konusu değildir. İhmal edilmemesi gereken bir faktör olduğuna, meselelere çok değişkenli bir perspektiften bakmak gerektiğine dikkat çekmektir amaç).

Hür.P., mensupları bakımından gerek fikir (Hüseyin Avni Ulaş, Mehmet Ali Aybar, Aydın Yalçın, Çoşkun Kırca, Şerif Mardin, Cihat Baban, Turan Güneş, vd.) gerek sosyal statü (örneğin, 1957 seçimlerindeki adaylar: 11 öğretim üyesi, 137 hukukçu, 23 gazeteci, 21 mühendis-mimar, 16 eğitimci, 18 subay [8’i general ve amiral], 80 ziraatçi ve ormancı, 23 maliyeci, iktisatçı, bankacı, 14 belediye başkanı ve meclis üyesi, 15 şoför ve işçi, 10 eczacı ve kimyager, 3 veteriner, 92 esnaf ve tüccar, 5 fabrikatör, 15 serbest meslek sahibi) çeşitliği gösteren bir partiydi (Yalnız, geçerken belirtelim ki, bu seçimlerde 530 adaydan sadece 6’sı kadındı [s.129] ).

Hür.P.’nin neticede iktidara gelememesi ve giderek siyasal hayattan silinmesi; demokrasi kültürüne dair olumlu bir çok unsurun (resmetmeye çalıştığım TBMM’nin kuruluşunun arka planınındaki çoğulculuk ve özgürlük başta olmak üzere) tam tamına olgunlaştırılamaması; siyasetin giderek son tahlilde Schmittgil anlamda dost-düşman ilişkisine indirgenmesi (hem partilerin kendi içinde ve hem kendi aralarında) yüzünden vuku bulmuştur. Oysa, Hür.P., bahsettiğim, tarihsel unsurların olgunlaştırılması yönünde adeta bir deniz feneri işlevini vaat eden (Parti’nin Hürriyet Bildirgesi’nde bu husus aşikardır, s.70-71) bir rol üstlenmiş görünüyordu. İlâveten, Hür.P.’nin kendi mensuplarından gazeteci Cihat Baban’ın tanımıyla, bir “aydınlar kulübü” olmaktan kurtulamaması da (s.106) siyasal hayatının başaısızlıkla sonuçlanmasında-hele 1950’lerde nüfusunun yarıdan çoğu okuryazar olmayan bir ülkede-ne kadar etkili olduğu düşünülmeye değer. Fakat, Hür.P.’nin asıl düşündürtmesi gereken mesele, demokrasi kültürümüz ve bu kültürün olgunlaştırılmasında ve pekiştirilmesinde siyasal partilerimize düşen görevlerdir. Yazarın kitabı, “Son Söz Yerine” kısmında sadece Mehmet Akif’ten aktardığı şiirle sonlandırması gibi, ben de siyasal partilere düşen en önemli görevin, o şiirin son dizesini zikrederek belirteyim: Tarihin tekerrür ettirilmemesi gayreti!

KAYNAKÇA

Demirel, Ahmet (2010), İlk Meclis’in Vekilleri, İstanbul.

Hanioğlu, Şükrü (2019), “Siyasal Temsil Olayının Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Yeri”, E. Kalaycıoğlu-A.Y.Sarıbay (2019) içinde.

Tanör, Bülent (2016), Türkiye’de Kongre İktidarları (1918-1920), 4.b., İstanbul

Tunaya, Tarık Zafer (2019a), “Hâkimiyet-i Siyasiye ve Milli Egemenlik: Türkiye’de Siyasal Rejimin Meşruluğunun Dayandığı Temeller”, Kalaycıoğlu-Sarıbay (2019) içinde.

Tunaya, Tarık Zafer (2019b), “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Rejimine Geçiş”, E. Kalaycıoğlu-A.Y. Sarıbay (2019) içinde.

Siyasal Partiler ve Demokrasi Kültürümüz

CUMHURİYETÇİLİĞİN POLİTİK MANTIĞI ve DEMOKRASİ*

Bir “idea” olarak cumhuriyetin ve demokrasinin, “siyasi pratik” olarak yansımaları arasındaki boşluğun, özellikle Türkiye’de politik hayatın önemli bir problematiği olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, burada böyle bir konu üzerinde dururken, cumhuriyet kavramını odağa alacak ve daha çok bu kavram etrafında dönerek cumhuriyet-demokrasi diyalektiğine özellikle cumhuriyetçiliğin politik mantığı bağlamında eğileceğiz.

Cumhuriyetçiliğin, hem bir idea hem bir politik pratik olarak uzun bir tarihi vardır. Söz konusu tarih birçok çalışmada enine boyuna ele alınıp incelenmiştir (Viroli, 2002; Tunçel, 2010). Bizim üzerinde duracağımız asıl mesele, tarihsel değil, polit(oloji)iktir: Cumhuriyet kavramından hareketle, bu kavramın politik pratiğe yansıyan mantığı üzerinden cumhuriyetçiliğin güncel politik izdüşümlerinin izinden gitmek.

Roma geleneği ile başlarsak; Cicero’nun cumhuriyete ilişkin tanımı amacımız için bir kapı açabilir. Cicero, cumhuriyeti “res publica res populi” (“cumhuriyet halktır”) diye tanımlıyordu. Bu tanım, cumhuriyetin modern dar anlamındaki “monarşi karşıtı rejim” tasavvurunun çekirdeği mahiyetindedir: Yönetme iktidarının, dar bir grubun (monarşide bir hanedanın) tekelinde olamayacağının; o iktidarın yegâne “sahibinin”, dolayısıyla meşruiyet kaynağının halk olduğunun siyaseten ilân edilmesi. Bununla beraber, günümüzde, başta Quentin Skinner (2000) olmak üzere, neo-Roman cumhuriyetçi düşünürlerin Cicero’nun tanımını yeniden formüle edişlerinde ilâve bir husus vardır, o da halkın “yurttaş” mertebesinde kabulünü gerçekleştiren hukuki bir maksimdir: Yasalar önünde nüfusun eşit ve özgür sayılması. Bir başka deyişle, iktidarın sahibi sayılması ve meşruiyet kaynağı kabul edilmesinin olmazsa olmaz koşulu halkın, eşit ve özgür hukuki bir özneye dönüştürülmesidir. Fakat, bu doğrultudaki akıl yürütme veya politik mantık, halkın bir bütün olarak başka bir bütün (monarşi) karşısında konumlanışını esas almakta, halkın kendi içindeki ayrışmaya değinmemektedir.

Sorun daha açık olarak şöyle ifade edilebilir: Halk, her şeyden önce, hukuki bir özne olarak iktidarın tek meşru sahibi ve kaynağı ise; bu hukuki öznenin uyabileceği tek yasa da kendi kendine koyduğu yasa olmak gerekir. Bu, aslında, Jean-Jacques Rousseau’nun, yukarıda bahsettiğimiz neo-Roman cumhuriyetçi düşünürlerin eşitlik ve özgürlük arasındaki ilişkiye dair bir sorunu çok önceleri gündeme getirmesini ifade eder ki; Rousseau’nun söz konusu sorunu çözmesi genel irade yoluyla olmuştur. Tabii, bu noktada, Simon Critchley’in (2013:69) değindiği gibi; genel iradenin ifadesi olan bir yasa, yani toplum üyelerinin tümü üzerinde bağlayıcı olan bir yasa söz konusu ise, böyle bir yasa otoritesini nereden alır gibi önemli bir soru gündeme gelmektedir. “Yasalara tâbi olan Halk onların yazarı olmalıdır” diyen Rousseau, kendi kendini tayin etmeye dönüşmüş bir otoritenin de “en sonunda kolektif bir narkissosa dönüşmesi”nin (Critchley, 2013: 70) yolunu açmış olmuyor mu? Rousseau, böyle bir yolun, muhtemelen döşeneceği sakıncaları sezerek, kendi kendisiyle çelişme pahasına şunları da ekler: “Kendisi için neyin iyi olduğunu nadiren bildiğinden neyi istediğini çoğu zaman bilmeyen kör bir çokluk, yasama sistemi gibi muazzam ve zor bir işi nasıl yürütecektir?” (Critchley, 2013: 70).

Sorunun cevabını, “halkı özgür olmaya zorlayacak bir şeye ya da kişiye ihtiyacı olduğu” şeklinde veren Rousseau, “insanlara yasaların verilmesi için tanrılar gerekir” (Critchley, 2013: 73) gibi ironik bir sonuca varır. Böyle bir sonuca varırken, Rousseau’nun zihnindeki temel soru, “hangi halkın yasamaya uygun” olduğu yönündedir (Critchley, 2013: 74).

Cumhuriyetçiliğin Rousseau’da vardığı nokta, hiç şüphesiz, son derece paradoksaldır: Halka olan güvenden, güvensizliğe yöneliş! Bu paradoksun, Rousseau’da imâ edilen bir başka boyutu, genel irade kavramına yüklenen anlamdır: Genel iradenin, tek tek bireysel iradelerin toplamı değil, son tahlilde, aydınlanmış kesimin oluşturduğu bir irade olması (Levine, 1993: Bölüm 1)

Genel iradenin bu şekilde bir tanımında esasında iki özellik gizli gibidir: Halkın yekpâre (monolithic) bir varlık kabul edilmesi ve ancak bu varlığa kendi içinde aydınlanmış bir kesimin vücut verme misyonunun yüklenmiş olması. Bu iki özelliğin girebileceği diyalektik ilişkinin sonucu, halkın bir kesiminin diğeri üzerinde tahakküm kurma olasılığını gündeme getirecek bir mahiyet arz edebilir. Bu sebeple, cumhuriyetçiliğin halk kavramlaştırmasının sorunlu sonuçlar yaratabileceğine, halk kavramı üzerinde biraz daha durarak açıklık getirmek gerekir. Cumhuriyetçiliğin politik mantığının demokrasininkiyle karşılaşma noktasına da yönelmeye bu noktadan başlayabiliriz.

Halkın iktidarı (egemenliği) kimin üzerinde uygulanacaktır? Giovanni Sartori’nin (1996:, 32) belirttiği gibi; “Halk egemenliğinin nesneleri, yöneldiği kimseler kimlerdir?” diye sorduğumuzda, formül tamamlandığı zaman, ondan şöyle bir anlam çıkar: “….Halkın halk üzerindeki iktidarı. Ama o zaman sorun tamamen farklı, ters bir yöne döner; çünkü bu formül iktidarın yalnızca yukarıya doğru çıkışını değil, aşağıya doğru inişini de içine almaktadır. Eğer, bu iki-yönlü süreç içinde, halk, denetimini yitirecek olursa, o vakit halk üzerindeki egemenliğin halkın egemenliği ile hiçbir ilgisinin kalmaması tehlikesi belirir.” (vurgular orijinal).

Sartori’nin belirttiği bu hususun, aslında modern politikanın ontolojik  boşluğu olduğunu söylememiz gerekir. Politik bir kategori olarak halkın tahayyülî (imaginative) bütünlüğü, onun çoğulluğunu, çeşitliliğini, farklılığını gizler; ama, paradoksal olarak, halkı hem parça, hem bütün olarak konumlandırır. Jacques Ranciere, bu durumun köklerinin eski Yunan’a kadar uzandığını belirtir ve Demos’un (halkın) “sayılabilir olmayanın sayımı” şeklindeki parça ve bütün özdeşliğinin öznesi olduğunu ve halkın bütünle özdeş görülmesinin aslında onun bir “taraf” olmaktan çıkardığını vurgular.

Ranciere’ye göre, halkın bu anlamda “yanlış sayılması”, onu toplumsal ilişkilerde kendilerini tekil çıkarları ile tanımlayan “gerçek” taraflardan ayırır: Halkı “öteki sınıflar arasında bir sınıf olmaktan çıkararak; topluluğa zarar veren ve topluluğu âdil-olanların ve olmayanların bir ‘topluluğu’ olarak kuran yanlışın… sınıfı”na dönüştürür (2005, 63; 29) ; böylece halkı toplumsal tahayyülde bütünsel görünüme büründürür.

Oysa, halk, pratikte politik bir özne olarak, değişik biçimlerde ve kısmî olarak belirir. Politika teorisyeni, Pierre Rosanvallon’un (2011) dikkatimizi çektiği üzere; seçimlerde oy sayısı olarak beliren halk (“aritmetik halk”) ile sosyal çekişmelerden kaynaklanan taleplerde ifadesini bulan (“sosyal halk”) aynı değildir; rastlantıların bir araya getirdiği kalabalık olarak halk (“rastlantısal halk”) ile hukuk, sosyal sözleşme ve anayasanın temsilî vücut bulmuş şekli olarak halkın (“prensip olarak halk”) aynı olmadığı gibi. 

Halkın, bu fenomenolojik tezahürünün bazıları, son tahlilde, cumhuriyet ile demokrasinin yer değiştirmesine (bazı durumlarda özdeş, bazı durumlarda karşıt konumlar kazanmasına) yol açabilecek bir husustur.“Oy sayısı” olarak halkın, iktidarın tek sahibi ve meşruiyet kaynağı sayılması cumhuriyetçiliğin ruhunu zedeleyen bir duruma ama demokrasinin gerçekleşmesi olarak algılanmasına yol açar ki bu, çoğunlukçuluk dediğimiz bir politik anlayışa karşılık gelir. Sosyal çatışmanın öznesi biçimdeki halk ise uzlaşma/müzakere olanağını zedeleyen bir işleyişle eş anlamlı görülme olasılığını barındırır ki bu da demokrasi gibi gözükerek neticede cumhuriyetçiliğin altını oyabilir. Kalabalık olarak halkın tezahür biçimi ise tekil bir olaydan hareketle kısmî olanı gene çoğunlukçuluğa açık bir genelleştirmeye imkân sağlar.

Aslında, bütün bunların iki farklı politik mantık çatışması olduğu gayet açıktır ve temel mesele şudur: Demokrasi farklılığı/çeşitliliği teşvik ederken, yani sosyal entegrasyonun altını oyarken; cumhuriyetçilik, sosyal entegrasyonun ve siyasi birliğin sağlanmasını nasıl gerçekleştirecektir? Cumhuriyet ve demokrasinin farklı politik mantıklarını ortaya çıkaran nokta, tam da bu soruda gizlidir. Regis Debray’nin bir saptaması söz konusu politik mantıklar hakkında önemli bir açımlama olanağı sağlar. Debray’e göre (1997:19) ; “cumhuriyette devlet topluma hâkimdir, demokraside ise toplum devlete”.  Cumhuriyetin dar anlamda (monarşi karşıtlığı) tanımı, dolayısıyla iktidarın halk olarak simgeleşmiş herkese ait olması/sayılması; bir hanedan, aile, grup dışında da devletin sahipliğini dışlayan bir mantığa dayanır. Dolayısıyla, demokratik süreçte yenilenmiş mekanizmaların ortaya çıkardığı süreli bir politik irade söz konusudur ve bu devlet iktidarının sahiplenilmesine engel bir etkiye sahiptir. Toplumun, beliren bu tür bir irade aracılığı ile devlete nüfuz ettiği oranda politik iktidar mutlak olmaktan çıkar. Aksi takdirde, demokrasiye indirgenmiş bir cumhuriyetten söz edilebilir ki bu da Debray’nin ifadesiyle “ölü bir cumhuriyet”tir. Bu sonuçtan kurtulmanın yolu ise cumhuriyet ve demokrasi kavramlarını birbirine indirgemek olmadığı gibi; birbirine karşıt konuma da sokmamaktır.

Sonuç olarak, cumhuriyetçiliğin dayandığı politik mantık olan devletin topluma hâkim olması ile eş anlamlı bir politik irade oluşturması sürecini; toplum kesimleri arasındaki eşit haklı bir arada varoluşu hukuken garanti eden,  kamusal iletişim süreci ile dengelemek (Habermas, 2002: 26) zorunluluğu vardır. Böylece, cumhuriyet ve demokrasi arasında bir karşıtlık ile ikisini birbirine indirgeme girişimi de anlamsızlaşır.

*Bu yazı, daha önce “Suriçi’nde Bir Yaşam. Toktamış Ateş’e Armağan” (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını, 2014) kitabında yayımlanmış olup buraya Cumhuriyetimizin 97. Yılını kutlama vesilesiyle kısaltılmış olarak alınmıştır.

Kaynakça:

Critchley, Simon (2013), İmansızların İmanı. Politik Teoloji Deneyleri, Metis

Debray, Regis (1997), “Cumhuriyetçi misiniz, Demokrat mı?”, Türkiye Günlüğü, 47

Habermas, Jürgen (2002), “Öteki” Olmak, “Öteki”yle Yaşamak, YKY

Levine, Andrew (1993), The General Will. Rousseau, Marx, Communism, Cambridge UniversityPress

Ranciere, Jacques (2005), Uyuşmazlık, Ara-lık Yayınları

Rosanvallon, Pierre (2011), Democratic Legitimacy, Princeton University Press

Sartori, Giovanni (1996), Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, Yetkin Yayınları

Skinner, Quentin (2000), Liberty Before Liberalism, Cambridge UniversityPress, Reprint

Tunçel, Ahu (2010), Cumhuriyetçi Özgürlük, Bilgi Üniversitesi Yayınları

Viroli, Maurizio (2002) Republicanism, Hilland Wang

CUMHURİYETÇİLİĞİN POLİTİK MANTIĞI ve DEMOKRASİ*

TARİHSEL SOSYOLOJİ PERSPEKTİFİNDE HALİL İNALCIK

I

Sosyoloji ve tarih arasındaki ayrışma aslında yapay bir ayrışmadır. Disiplinlerin ortaya çıkışı esasen toplumsal bütünlüğün sanayileşme ile gelen parçalanmasına tekabül ediyor. Bu doğrultuda genel olarak sosyal bilimlerin kendi içinde anlamsız dereceye varacak şekilde bir uzmanlaşmaya, uzmanlık fetişizmine tanık oluyoruz. Örneğin, antropolog Clifford Geertz, “Antropoloji ile sosyoloji arasındaki temel fark nedir?” sorusuna cevap aramıştır. Klâsik yaklaşım antropolojiyi ilkel toplumları inceleyen bir bilim dalı olarak tanımlıyor. Burada eğer toplum kavramı kullanılıyor ise bunun sanayileşmişi, ilkeli vesairesi yoktur, bir kere böyle bir ayrım iki disiplin arasında yapay bir ayrım yaptığı gibi tarihi de ihmal ediyor.

Öte yandan, Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum adlı eserinde önemli bir soru sorarak, otorite olgusunun tarihsel toplumlarda (Clastres ilkel kavramını reddeder ve bu kavram yerine “tarihsel toplum” kavramını kullanır) nasıl şekillendiğini araştırmıştır. Clasters’a göre tarihsel toplumlarda zora dayanmayan bir otorite uygulaması vardı. Bu bizim toplumu anlamamız için gerekli bir şey. Peki, bu otorite günümüzde nasıl bir hâle geldi? diye sorar ve “zora dayanan bir otorite, sanki hep böyleymiş gibi algılandı, oysa bu bir değişmeyi işaret eder ve bu da tarihtir”, der.

Antropoloji, sosyoloji, tarih, vesaire, bunlar birbirinden ayrılmaz, ayrı değildir, ayrı gibi görünen şey belki biraz farklı duruşlara tekabül eden ayrılıklardır. Esasen insanlık durumu vardır. Beşeriyetle ilgili durumları önemsediğiniz bir noktadan ele alıp inceleyebilirsiniz. Bu ekonomi olabilir, mübadele olabilir, üretimle ilgili olabilir, kültür olabilir. Ama unutmamamız gereken bir şey var ki, ben buna biraz sosyolog Pitirim Sorokin’den mülhem bir şekilde “tümleşik epistemoloji” (Sorokin’in deyimiyle “Integralism”) diyorum. Burada toplumsal gerçekliğin bütünlüğü söz konusudur. Tarihin önemli bir işlevi de bu bütünlüğü resmetmektir. Buna sosyoloji de deseniz, ekonomi de deseniz fark etmiyor, yani bu durum sadece sosyoloji için geçerli değildir, diğer “disiplinler” için de söz konusudur. Örneğin, ekonomik bir gerçeklik varsa, bunun geçmişten gelen kökleri ile beraber incelenmesi o bütüne uygun olur. Bu yüzden tarih ve sosyoloji arasındaki ayrımı yapay olduğunu ileri sürüyorum.

Yalnız, şu hususu da unutmamamız lâzım: Artık üniversiteler bürokratik örgütlenmeler halinde; bölümler var, bu bölümler içinde alt bölünmeler var; hele bizde bu çok katı. Meselâ bir bölümden diğerine geçmek çok bürokratik bir işlemdir, ama Batıda söz gelimi Amerika’da veya İngiltere’de bu böyle değil. Diyelim bir sosyologun veya tarihçinin antropoloji bölümüne atanması veya ekonomi bölümünde kendine yer bulabilmesi veya kültürel araştırmalar bölümünde kendine yer bulabilmesi mümkündür. Kendi ülkemize baktığımızda burada bir sosyolog, ben tarih bölümünde görev almak istiyorum, tarihsel sosyoloji de yapıyorum dediği zaman doktoranı nereden aldın, hangi dalda doktora yaptın gibi sorularla karşılaşır, tamamen bürokratik ve biçimsel şeylere takılıp kalan, daha anlamsız hale gelen bir yapaylıkla karşılaşırsınız.

Dediğim gibi hem bir uzmanlık var, hem “disiplinlerin” birbiriyle olan bağlarınının farkında olmama söz konusu. Bizi meşgul eden hâlâ daha çok pratik meselelerdir (toplum nasıl kurtarılabilir, demokrasi nasıl düzeltilir… gibi). Bu ise, Alman geleneğinde “verstehen” dediğimiz “anlayıcı sosyoloji” yapmaktan daha çok “çözüm önerici”- ki bu da bence pozitif bilimlerden bulaşmış bir hastalıktır- modelleri esas alan bir girişimdir. Buradaki mantığa göre “Eğer bilim yapıyorsak pozitif bilimler gibi bilim yapmalıyız, dolayısıyla somut sonuçlar ve faydalar elde etmeliyiz” yaklaşımı hâkimdir. Ama öncelikle olması gereken sosyal bilimcinin içerisinde bulunduğu toplumu anlamasıNeden böyle oluyor? sorusuna yanıt aranması lâzım. Tarihsel perspektif bunun için çok önemli, çünkü bir toplumun hâli hazırdaki durumu  geçmişle bağlantısı olan, tarihsel kökleri olan bir durumdur. Tarihsel sosyoloji konusundaki bu bağlamdaki tartışmalar maalesef çok zengin değil.

II

Dünya’ya bakınca; Theda Skocpol’ün derlemesi (Tarihsel Sosyoloji, İstanbul, 1999) modern bir dönüm noktası. O kitapta her bir uzmanın üzerinde çalıştığı “tarihsel sosyolog” olarak bildiğimiz ünlülerin kitaba alınması, oldukça yankı uyandırdı.

Tarihsel sosyoloji çalışmaları çok önemli, çünkü sosyolojinin varlığını tarihselleştiriyor, ama aynı zamanda sosyolojiye açık bir davetiye çıkartıyor: İnsanlık durumu ile ilgili her bir düşünce; adı bugün ekonomi olsun, antropoloji olsun, kültür çalışmaları olsun, ancak tarihselliği içinde anlam kazanır. Bu davetin sosyolojiyi odağa alarak yapılması önemli, çünkü toplumun kalbine nüfuz edecek, özellikle çağdaş toplumun kalbine nüfuz edecek teorik anlayış bu disiplin içinde var. Bu bir çağrı ama bunu yeni bir disiplin yeni bir “akademik cemaat” oluşturma çağrısı şeklinde algılamak yanlış olur.

Bu bağlamda şöyle bir şeye işaret etmek uygun olur; buradan tarihsel sosyoloji üzerine yoğunlaşmakla sosyal bilimlerin tarihselliğine yapılan bir vurguyu anlamak gerekir. Yeni bir disiplinin kurumsallaşması, nihayetinde bürokratik bir faaliyete dönüşmesi, tekrarlarsak, bir akademik cemaatin fetişizmi haline gelme tehlikesi de var, buna dikkat etmek lâzım.

Bu yüzden, evvel emirde, tarih ve sosyolojinin bir aradalığının, her şeyden önce, bir “perspektif bütünlüğüne” yönelmesi, hatta daha ileri giderek- Romen fizikçi Basarab Nicolescu’dan mülhem “transdisipliner” yaklaşım göstermesi elzemdir. Kastım şudur ki, insanlık durumlarını anlamaya, analiz etmeye çalışırken; tarih ve sosyoloji bir başlangıç etabının ne kadar olmazsa olmaz zemini ise,  antropolojinin, ekonominin, siyaset biliminin, biyolojinin, coğrafyanın, vs. sağlayabileceği katkılardan haberdar olmak da o kadar elzemdir. Çünkü topluma, insana ve dünyaya problematik yaklaştığımızda ancak çok boyutlu, kuşatıcı bir perspektif geliştirebiliriz.

Meselenin yukarda şöyle bir değinip geçtiğim kurumsal/bürokratik yönüne tekrar dönerek devam etmem yerinde olur. Öncelikle Türkiye’de yaşadığımız ve buradaki üniversiteleri daha iyi bildiğimiz için ilk Türkiye’de yapılan faaliyetler üzerine eğilmek gerekir. Türkiye’de “tarihçi” dediğimizde aklımıza gelen figürler birkaç istisnası dışında, tarihi, belgeye indirgemiş bir anlamda olaylardan ibaret gören bir anlayışı temsil ediyor. O insanlara sözgelimi, Dumlupınar Savaşı’nı sorduğumuz zaman, bütün tâfsilâtı ile anlatabilir, Çanakkale savaşını bütün boyutlarıyla tasvir edebilir, belgeler sunabilir, yazışmalardan haberdardır, ama neden Dumlupınar savaşı oldu?, bunun sonuçları neler oldu? gibi sorular sorduğumuzda muhtemel cevap şu olacaktır:  “Bunlar beni ilgilendirmez, bu soruya siyaset bilimciler ve sosyologlar cevap versin.”

Yanlış hatırlamıyorsam Amerikalı sosyolog Wright Mills’in Sociological Imagination kitabında çok güzel bir sözü var: “İsmini hak eden sosyoloji, tarihsel sosyolojidir”. Bunu derken az önceki açıklamalarıma dönecek olursam; bir disiplini yüceltme meselesinden bahsetmiyoruz. Çünkü Mills’in problemi özellikle meslekdaşı Talcott Parsons’u hedef alarak yaptığı eleştirilerde ortaya çıkar: Çok soyut teorik modeller ve deneycilik dediğimiz rakamlara boğulmuş toplumsal gerçeklik tasviri.

Tarihçinin yaklaşımı bunu  dışlamasa da olaylar arasındaki bağları gözümüzün önüne seren bir imkân sağlar; bunu rakamların anlatımına teslim etmez. Meselâ, ampirik bir araştırma yapabilirsiniz ve Türkiye’deki yoksulluğu ortaya çıkarabilirsiniz, eğitim sistemindeki aksamaları ortaya çıkarabilirsiniz. Bu çalışmalarla sadece bir fotoğraf çekmiş oluyorsunuz. Böyle bir sonucu doğuran daha önceki sebepler zincirini hiçbir zaman dikkate almamış oluyorsunuz ve o zincirleri oluşturan insan ilişkilerini ihmâl ediyorsunuz; tarihçi bunu önleyen bir perspektif sağlar bize.

Bu tabii kronolojik bir tarih anlayışı değil, toplumsal mekanizmaların bütünselliğinin, bütünsel işleyişini kavrayıp buradan gelebilecek, gelmesi muhtemel etkiler üzerinde düşünebilmek.

Bu noktada Halil İnalcık hocadan önce, bir parantez açıp, rahle-i tedrisinden geçtiğim, kurumsal olarak tarihçi olmayan ama zaman içinde fiiliyatta tam prototip tarihçiye dönüşen merhum Sencer Divitçioğlu hocamın çalışmalarından bahsetmek isterim. Sencer bey kendisini şöyle konumlandırıyor; “Ben antropolojik tarih yapan biriyim”(Sencer Divitçioğlu Anlatıyor, İstanbul, 2012). O’nun malûm Orta Asya Türk İmparatorlukları isimli önemli bir çalışması var. Orada Georges Dumezil’in “üçlü işlev” dediği, toplumda üreticiler, savaşçılar ve mütefekkirler vardır ve toplum bu ihtiyaçları karşılamak üzere ayrımlaşır gibi çok kabataslak özetleyeceğim bir sınıflandırması var. Şimdi eski Türklere baktığımız zaman, bu yapısal özellikler, bu örüntüleşmiş, yerleşik olan birtakım yapısal özelliklerin farkına vardığımız zaman Türkiye’de olup biteni çok daha iyi anlayabiliriz. Buna tabiri caizse, toplumsal genetik de diyebiliriz; geldiğimiz bir geçmiş , taşıdığımız bir özellikler, örüntüleşmiş yapısal davranışlar anlamında.

Tarihi, olaylardan ibaret gördüğünüz zaman kronolojik bir tarih anlayışı ortaya koyarsınız. Ordu ilk defa ne zaman kuruldu, parlamento ilk defa ne zaman kuruldu, kaç kişiydi, niye kapatıldı… gibi (bunlar, her ne kadar, gerekli bilgiler olsa da..). Ama bu bilgiler parlamentonun neden kurulduktan bir yıl sonra kapatıldığına cevap sağlamaz. “Neden?” sorusuna cevap verebilmemiz için sadece bir kesiti değil, filmi seyretmemiz lâzım. Münhasıran “tarihçilik” yaptığınızda fotoğraf çekmiş oluyorsunuz; sadece sosyolog olarak kendimizi gördüğümüz zaman da filmin sonucunu yansıtıyorsunuz ama bu sonuca nasıl geldiğimizi ıskalamış oluyorsunuz. Tarihsel Sosyoloji, esasen durumu film olarak yansıtan bir işleve sahiptir, bu yüzden de önemlidir.

Bununla beraber, akılda tutulması gereken husus, Tarihsel Sosyolojinin “tarihten ders çıkarma” gibi bir vülger niyete indirgenemeyeceğidir. Tarihten ders çıkarmak eğitim sisteminin sürekli altı çizilen, bir yerde  akademyanın ruhuna da sirâyet etmiş bir tutumdur ve bizi açmaza sürükleyici bir yana sahiptir.

III

Bu açmazdan kurtulmanın yolu nedir? Tabii bu, bir kere güncele hapsolmamakla mümkündür. Yalnız, şöyle bir şey de var; tarihi kötüye kullanmak. Günceli anlamakta, açıklamakta zorlandığımızda sanki gardıroptaki hazır bilgiye, tarihe başvuruyoruz.  Bu olaysal tarih anlayışıdır ve bunlar en basit tâbirle magazinel ürünler doğurur ancak.

Herhangi bir olay olduğunda hemen bir benzerlik yakalanıp çağrıştırmalara gidiliyor. Osmanlılarda da şu olmuştu deniliyor, örneğin bir rüşvet olayı gündemde yer aldığında işte Osmanlılar’da da olmuştu denilerek olaylar karşılaştırılıyor. Osmanlı’da olan neden bugün de oluyor denildiğinde bizim böyle rüşvetçi bir geleneğimiz var diye çok yüzeysel bir cevap bulunuyor (ben yukarda “toplumsal genetik” derken böyle bir yaklaşımı kast etmediğimi söylemeliyim). Hayır, aslında rüşvet mekanizma olarak farklı olabilir, bugünkü toplum için farklı olayların benzerliği mekanizmanın işlevinin aynı olduğu anlamına gelmez. Bu şekilde ders çıkarma kavramı iyi bir kavram değildir. Hazır gardıropta duran cevap şeklinde tarihi görmek tarihi anlamamamızdandır.

IV

Halil İnalcık hocanın öneminin ve değerinin de tam bu noktada tebârüz ettiğini söylemeliyim. Halil İnalcık hocamızla bir ortak derleme çalışmam için (A.Y.Sarıbay-F. Keyman, Küreselleşme, Sivil Toplum ve İslâm, Ankara, 1998) 1997 yılında bir araya gelerek, derlemeye yapacağı katkı için 3 saatten fazla bir kayıt yaptık.

Hoca tatildeydi; Uludağ’da konakladığı misafirhaneye ziyarette bulundum. Kendisinden yazmasını istediğim konu, Osmanlı’da sivil toplum-tarikatlar ilişkisiydi. Programı yoğun olduğundan, ancak konuşarak, sonradan çözeceğimiz teyp kaydıyla isteğimi yerine getirebileceğini söyledi ve bunun için buluştuk. Konuya tam girmeden önce Tarihsel Sosyoloji disiplini için ne düşündüğünü sordum; o zamana kadar, arşivlerin tozlu belgeleri arasında “pür” (saf) tarih yaptığı sanılan İnalcık’ın hiç de öyle olmadığı, tarihe sosyolojik bir perspektiften bakmayı çok önemseyen biri olduğunu gördüm.

Açık yüreklilikle bana belirttiği şu husus bu açıdan çok önemli: “Ben, 75 yaşımdan sonra oturdum yoğun bir şekilde Weber sosyolojisi çalıştım.” Nitekim, bir gazete mülâkatında (Hürriyet/Kelebek, 14 Eylül 2015), 72 kitabından çoğunu 80 yaşından sonra yazdığını söylediği eserlerinin ayırt edici özelliğinin “tarihsel- sosyolojik” mahiyette olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bunun bir başka kanıtı da Hoca’nın belli bir dönemden sonra kendisini hep “sosyal tarihçi” olarak tanımlamasıdır. Ben bu sıfatı, ayrıntıdaki bazı farkları aklımda tutarak, “tarihsel sosyoloji” ile eş anlamlı kullandığı şeklinde algılıdım.

Tarihsel-sosyolojik yaklaşım doğrultusunda Halil İnalcık, Osmanlı’yı tam anlamıyla çözümleyebilmek gerektiği hususunun, Türkiye Cumhuriyeti’ne oradan gelen etkileri anlamak bakımından hayati olduğunu vurgulamıştır. Ama teleolojik yaklaşmamıştır olaylara. Söz konusu ortak derleme için bana bizzat aktardığı üzere, bunun bilimin ruhuna, sosyoloji biliminin ruhuna ve tabii tarihçiliğe aykırı olduğuna dikkat çekmiştir.

Olaylara sadece dönemsel olarak bakmak, Osmanlı’nın kuruluşu, Tanzimat, Cumhuriyet’in kuruluşu, 1950, 1960, 1980 gibi dönemler sanki tarihsel bir bağlamdan bağımsızmışçasına değerlendirildiğine, tarihsel bütünlük açısından bu dönemselleştirmeleri yapmanın sosyolojik olarak anlamsızlığına, Hoca’nın özellikle itirazı olduğu bir başka konudur. O’na göre, “dönem” denen aşmaların en azından zihniyetler olarak, hatta bazen maddi temelde birbirlerine sirâyet ettiği, tarih bilgisinin sosyolojik gözle okunmasıyla net şekilde görülebilir.

Bunu yaparken, soyut düzeyde kalmanın sakıncasına değinen İnalcık, bu sakıncayı gidermenin çaresinin sosyolojik perspektif içine somut tarihsel olay bilgilerini yerleştirmek olduğunu ifade eder. Nitekim, derlememize yazdığı yazıyı (“Tarihsel Bağlamda Sivil Toplum ve Tarikatlar”) bu tür bir uyarıyla bitirmiştir: “Bu yazıda,tarihe inmeden soyut modellerle, paradigmalarla hareket etmenin bizi, olayları gerçek anlamını kavramadan yoksun bırakacağı gibi, yanlış sonuçlara götüreceğini de vurgulamak istedim.”

TARİHSEL SOSYOLOJİ PERSPEKTİFİNDE HALİL İNALCIK

ŞERİF MARDİN ÜZERİNE

6 Eylül Prof.Dr. Şerif Mardin hocamızın ölümünün 3. yıl dönümüydü. Geçen gün Anadolu Ajansı’na Hoca’ya dair verdiğim mülakatta meramımı tam anlatamadığımı görünce; buraya, Şerif beyin akademik profilini merkeze alan, daha önce Türkiye Günlüğü dergisinde yayımlanmış bir değerlendirme yazımı alıyor ve hocamızı rahmet ve saygıyla anıyorum.

Türkiye’de sosyal bilimcilerin çoğu, 6 Eylül 2017’de vefat eden Şerif Mardin’in rahle-i tedrisinden dolaylı veya dolaysız geçmiştir. Kendi akademik hayatlarını inşa etmede birçok sosyal bilimci (özellikle sosyologlar ve siyaset bilimciler) Hoca’nın etkisini, yol göstericiliğini inkâr edemez. Böyle önemli bir etki nereden kaynaklanmaktadır? Şerif Mardin, ne tür bir sosyal bilimcilik icra etmiş ve bu birçok sosyal bilimci için örnek olmuştur?

Bu soruları bir sosyal bilimcinin kendi gelişim/değişim tecrübesini dışarıda bırakarak cevaplaması kolay değildir; özellikle Hoca’nın rahle-i tedrisinden dolaylı geçmiş olanlar için. Bu yazı, Şerif Mardin’in sosyal bilim anlayışını, yaklaşımını benimsemiş biri olarak yukarıda belirttiğim soruları cevaplamaya yönelik olacaktır. İnanıyorum ki, cevabım gene de “öznel” (sübjektif) veya çok “şahsi” sayılmayacaktır, çünkü aşağıda belirteceğim noktalar, tanıdığım birçok meslekdaşımın da paylaştığını bildiğim kanılarını temsili mahiyetindedir.

Doktora yıllarımda din olgusunu çalışmak istiyordum. Modernleşme teorilerinin hâkim olduğu bir dönemdi ve o teorilere göre bir toplum modernleştikçe  ortaya çıkacak en önemli sonuç, “dinin gerilemesi” idi. Oysa, Türkiye’de durum bu iddianın tersini gösteriyordu: 1970’de  Milli Nizam Partisi kurulmuş, halefi Millî Selâmet Partisi 1973’te  CHP ile koalisyon ortağı olmuştu. Dolayısıyla, din gerilememiş, parti politikası şeklinde yükselmişti.

Neden böyle olduğunu anlamak üzere, haliyle, genelde din, özelde İslâm üzerine yapılan çalışmaları okumaya yoğunlaştım. Şerif Hoca’nın Din ve İdeoloji kitabı (1969’taki Siyasal Bilgiler Fakültesi ilk baskısı) bu esnada karşıma çıktı. Bir çırpıda okudum, tâbiri caizse, çarpıldım! Çarpıldım, çünkü o dönemler Türkiyesinde din konusu “gericilik-ilericilik” kıskacına sıkıştırılmış bir kör döğüşü gibiydi. Nitekim, daha herhangi bir akademik ehliyete sahip değilken, bir cüret, Toplum ve Bilim dergisinin 3. sayısında çok tanınmış bir profesörün din konusundaki kitabını eleştirdim. Kitap, Şerif Hoca’nın haklı olarak küçümseyici bir dille nitelediği, dine “ayağı kokmuş imam” yaklaşımının tipik örneğiydi. Din ve İdeoloji’yi bir daha okudum ve kendi doğrultumun yönünü tayin etmeye giriştim. Okudukça, Hoca’nın diğer çalışmalarına yöneldim ve bir bütün olarak o çalışmaların birçok meseleyi tahlil yanında, esasen nasıl sosyal bilim yapılır telkinini de işlediğini anladım.Bu telkinden ne anladığıma geçmeden önce; Hoca’nın Sabancı Üniversitesi’nin kuruluş aşamasında hazırladığı raporundaki ifadelerini aktarmak isterim:

      “Sabancı Üniversitesinde görmek istediğimiz toplum bilimi bir taklit bilimi değildir. Toplumbilim öğretimiz Türkiye’nin kendi özelliklerini modernliğin çerçevesi içinde (sic.) nasıl şekillendiğini arayan bir toplumbilim olacaktır… Ancak bunun yanında toplumbilimlere bakışımızda ikinci bir ana ilkeden bahsedebiliriz. O da toplumu incelemede kullanılan çeşitli yaklaşımların (siyaset bilimi, iktisat, sosyoloji, antropoloji, tarih hukuk) birlikte kullanılma zorunluluğudur. Bu yaklaşım uzun zamandan beri Batı’da sözü edilen bir disiplinlerarası yaklaşım türüdür…” (1)

Bu öneri, aslında, Hoca’nın sosyal bilim yapmanın genel çerçevesine dikkat çeken düşüncesidir. Şerif Mardin külliyatı baştan sona okunduğunda, söz konusu genel çerçevenin içine yerleştirebileceğimiz unsurları bulabiliriz; onlar da kanımca şu hususları kapsar:

  1.  “Sosyal Bilim” yapmak, her şeyden önce, yaklaşılan olguyla araya bir mesafe koymayı gerektirir. Bu bir olguyu “anlamak” için önemli bir koşuldur.
  • O mesafeyi berrak hale getiren, sadece mensup olduğumuz disipline mutaassıp şekilde bağlı kalmak değil; bakışımızı diğer disiplinlere, hatta “akademik” olmayan alanlara doğru esnetebilmektir. Nitekim, Hoca’nın bütün çalışmaları bu anlayışın tipik örnekleridir. Mesela, Din ve İdeoloji’de bu çok belirgindir: Sosyolojiden psikolojiye, siyaset biliminden dilbilime, vs. uzanan bir zemin karşımıza çıkar o kitapta. Bazı yazılarında genel olarak edebiyattan, özellikle romanlardan, hikâyelerden yararlandığını da görürüz. O kadar ki, büyük bir samimiyetle şunları söyleyebilmiştir: “Ahmet Haşim’in bir dizesi, benim kitaplarca anlatmak istediğimden daha izah edici güce sahiptir.” (Mealen aktarıyorum).  Bu bağlamda, sembolik ifadeye verdiği önem, metafor kullanma hassasiyeti açık şekilde kendini gösterir. “Mahalle Baskısı”, “Sivil Toplum: Bir Batı Rüyası” Hoca’nın bu anlayışının nişaneleridir.

Bu, biraz daha açarsak, çok önemsediği antropolog Clifford Geertz’den aldığı bir ilhamdır. Geertz şöyle der mesela: “İnsan davranışı simgesel eylem-tıpkı konuşmada fonasyonun, boyada pigmentin, yazıda satırın ya da müzikte sesin yaptığı gibi, anlamlandırıcı bir eylem-biçiminde görülmeye başladığında (çoğu zaman da böyle görülür…) kültürün kalıplandırılmış davranış mı yoksa bir durum mu olduğu ya da hatta bu ikisinin bir karışımı mı olduğu sorusu anlamını yitirmekte.” (2)

  • Toplumsal/siyasal olanın köklerini sosyal ve kültürel yapıda aramak, bulgularımızın şaşırtıcı etkisine mahkûm olmamak, söz konusu etkiyi öncelikle “anlamaya” çalışmak. Zaten, olgular karşısında baştan oluşturduğumuz mesafe de onları “anlamak” içindir. Bununla beraber, anlamak, anlayış göstermeyi zorunlu kılmaz ki, bu da, sosyal bilimciden beklenen bir tavır olmalıdır.
  • Sosyal bilimin toplumun ve o toplumun tarihinin kendi içinden geçen bir şekilde icra edilmesi: Topluma dışarıdan değil, içeriden bakmayı bilme gereği. Hoca’nın Bediüzzaman Said Nursi Olayı çalışması bu anlayışın bir örneğidir. Böyle bir olayı Hoca, “anlama” ekseninde ele almıştır. Fakat, bazı çevreler bu yüzden Hoca’yı “Nurcu” olarak yaftalamış, bazıları da Nurculuk hakkında göstermesi gereken anlayışı “kıt” bulmuştur! Oysa, Hoca, dinî bir figürün ve onun yön verdiği hareketin tahlilinin nasıl yapılması gerektiğine dair bir çerçeve ortaya koymuştur. En anlaşılmaz olanı da bu olmuştur; TÜBA üyeliğinin reddi bu hususta çok açık ve acıklı bir kanıttır.
  • Batılı sosyal bilim literatürüne şüphesiz çok hâkim olan Hoca, Batı’da geliştirilen kavramların odağından kendi toplumumuza baktığımızda nasıl bir manzara görebileceğimizi kendisine mesele edinmişti. “Sivil Toplum” bunlardan birisiydi. Şerif Hoca için, tıpatıp bu kavramın anlattığı olguya tekabül etmese de hangi yapıların benzer bir mekanizma olduğunu araştırdığında, tarikatları gündeme getirmiştir. Belli bir süre sosyal bilimcilerimizin çoğuna bu tespit cazip gelmiştir. Buna karşılık, tarikatların kendi tarihselliği içinde ele alındığında “secondary structures” (ikincil yapılar) mahiyetini taşımadığına dair eleştiriler, Hoca’nın kavrama yeniden göz atmasına yol açmıştır. Nitekim, daha sonraları İngilizce yazdığı bir makalesinde sivil toplumu, bir “Batı Rüyası” olarak nitelemiş; bir anlamda tarikatlara ilişkin benzetmenin eleştirisini yapmıştır. Varılan noktada, Şerif Mardin, evrensel sayılan ile yerel olanın çarpıştırılmasının gerekliğini ima eden bir yönü işaret etmiştir.
  • Şerif Mardin bunu yaparken, esas olanın Türkiye’yi anlamak olduğunu, bunun için de her şeyden önce İslâma bakmayı odak noktası yapmayı; sosyal yapı katmanlarında İslâm’ın hangi mahiyette kendini gösterdiğini tespit etmeyi telkin etmiştir: “Volk” (Halk) İslâmı kavramlaştırması bunun en tipik örneğidir. Fakat, bu noktada, bence, Weber’den daha çok Durkheimvari analizinde Mardin, dinin ideolojik boyutunu irdelemekle beraber (dini “yumuşak ideoloji” kategorisinde telâkki etmiştir) iktidar olgusuyla bağlantısını, dinsel grupların kendi içindeki iktidar arzusunu irdelemeyi arka planda bırakmıştır.
  • Bu noktada, Mardin’in sosyolojizme takıldığı söylenebilir. Ben bu sosyolojizme takılmayı, Kemalizm üzerinden Türkiye’yi anlamadaki analizlerinde de görülebileceğini ileri sürmek isterim. Nitekim,  Edward Shils’den aldığı merkez-çevre ayrımına dayanarak Kemalizmi ve Kemalist reformları tahlil ederken; meselenin, kurulu düzenin iktidar elitinden, yeni düzenin kurucu elitine geçiş sürecini, hangi sosyal ve kültürel pratiklerin “dip dalgaları” şeklinde tevarüs edildiğini; fakat, bunların Batı eksenli bir kalıba nasıl döküldüğünü anlamak olduğunu belirtmiştir. Zaten, tarihsel olarak süregelen bu sürecin bir asker-bürokrat elit sınıf tarafından dönüştürülme başarısının sosyo-kültürel yapıdaki kökleri üzerine yoğunlaşmıştır. Bu şekilde gelişen bir sürecin adeta gerçekleşmesi mukadder bir sonucu olarak Kemalist reformların “öğülmeye gerek bile duyulmayacak” oluşumlar olarak nitelemiştir Fakat, bu bürokrat-asker elit sınıfın sosyo-ekonomik arka planları öne çıkarılmamış; adeta meslek grupları olarak telâkki edilmesi ağır basmıştır.
  • Bu doğrultuda, İslâm-Laiklik etkileşiminde üzerinde durduğu mesele, aslında “baskı” kavramlaştırması bağlamında (ki çok büyük ölçüde siyasal analizi davet eder) sosyal bilim analizinin nezih bir örneğini sergilemiş, kültürel ve sosyal patolojiler şeklinde yapısal sorunları ele almaya yönelmiştir. Bu analizler şüphesiz çok çok önemli ve ilham vericidir. Fakat, Mardin, sosyal yapı katmanlarını katetmede iktidar kanallarından geçerek bir yolculuğa çıkmaya pek yönelmemiştir. Bunun anlaşılabilecek bir sebebinin, büyük ihtimalle,Türkiye’nin çok politize olmuş; ideolojik taassubun “siyasal analiz” yerine geçtiği ve başlıbaşına suçlama aracı olarak çalıştığı o günkü ortamında aranabileceği söylenebilir.
  • Mardin’in sosyal bilim analizini vatandaşı çağdaşlarından farklı kılan; bir sosyal/siyasal meseleyi bizatihî patolojik kabul edip bir analize girişmemesi, aksine, “patoloji” olarak kabul edielen meselelerin, neden öyle kabul edildiğini sorgulamasıdır. 
  1.  Sonuç olarak; Şerif Mardin’in Türk sosyal bilimlerine ve bilimcilerine verdiği ilham, sadece literatüre hakimiyetin, teori ve kavramlaştırmalarındaki inceltilmiş anlatımın dışına taşan bir öneme sahiptir; o da “tabu” sayılan konulara, sosyal meselelere ideolojik/siyasi kapanlara kısılmadan yaklaşma cesaretini göstermiş ve gösterilmesini teşvik etmiş olmasıdır. Buna rağmen, kendisi, yaptığı işi, bir mülakatında-mealen- tevazuyla şöyle tanımlıyordu:  “Ben fakir, sosyal meselelere dair bazı bilgi kırıntılarını biraya getirerek bazı ipuçları ortaya çıkardım; gerisi, arkadan gelenlerin bunları derinleştirmesidir.”

Bu ifade Mardin’in sosyal bilimciliğinden ilham alanlar için bir vasiyet sayılabilir; Hoca’yı taklit ve tekrarlayarak değil, çok kolay olmasa da onu anlayarak ve tamamlayarak yerine getirilmesi gereken bir vasiyet…

Notlar:

  1. Aktaran: Prof. Dr. Ayşe Öncü, 14-15 Kasım 2014’te SOMDER (Sosyoloji Mezunları Derneği)’nin “Sosyoloji Kendisini Tartışıyor” konferansı
  2. Cifford Geertz, Kültürlerin Yorumları, Türkçesi Hakan Gür, Ankara, 2010, s.25
ŞERİF MARDİN ÜZERİNE

Referandum Ne kadar Doğrudan Demokrasidir?*

Daha geçtiğimiz günlerde Macaristan’da ve Kolombiya’da yapılan referandumlar hem sonuçları hem referandumun demokrasi içindeki yeri ve işlevleri bakımından tartışıldı, tartışılmaya devam ediyor. Bilindiği üzere Macaristan’daki referandum bin 294 mültecinin kabulüne yönelikti ve yeterli katılım olmadığından ret ile sonuçlandı. Kolombiya’da ise devletle FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) arasında 52 yıldır süren çatışmayı bir “Barış Anlaşması” ile sonlandırmaya dair başvurulan referandumda halkın çoğunluğu “hayır” dedi.
Türkiye’de de demokrasinin işleyişinde referandum aracına altı defa başvurulmuştur. Hatırlatmak gerekirse, 1961’de ve 1982’de Anayasa’nın kabulüne (sırasıyla %62 ve %91 “Evet”); 1987’de 1980 darbesiyle siyasetten men edilmiş siyasilerin tekrar siyasi hayata katılıp katılmamalarına (%50.1 “Evet”); 1988’de yerel seçimlerin bir yıl erkene alınıp alınmamasına (%65 “Hayır”); 2007’de Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilip seçilmemesine (%69 “Evet”) ve nihayet 2010’da Anayasa değişikliğine (%57.8 “Evet”) dair referandum yapılmıştır.
Gene yakın zaman önce Avrupa Birliğinden çıkıp çıkmamaya dair İngiltere’de yapılan referandum ile çok daha önceleri Danimarka’da para birimi olarak Euro’ya geçilmesinin referandumla reddedilmesini de hatırlarsak; referandumun, demokrasinin önemli meselelerinin halledilmesi yolunda ihtiyaç duyulan önemli bir kurumsal araç olduğu görülür.
Referandum gibi bir kurumsal araca neden başvurulma ihtiyacının doğduğunun anlaşılması, demokrasinin işleyişinin doğasına eğilmeyi zorunlu kılar. Referandum, Latince “Refero” fiilinden türemiş olup, “geri getirmek/almak/taşımak” anlamına gelir ve bu anlam, demokrasinin öznesi olan halka başvurmaya atıfta bulunur. Dolayısıyla, bir toplumun geleceğini, kamu vicdanını ilgilendiren hayatî meselelerde kullanıldığında, o meselelerin çözüm formülünün meşruluğunu sağlayıcı bir işlev referandumla ifa edildiğinde; halk doğrudan karar alıcı bir özneye de dönüşmüş olur.
Bununla beraber, bu sürecin, yani halkın doğrudan karar alıcı özneye dönüşmesinin işleyiş biçimleri farklıdır ve bazı sorunları içerir. Her şeyden önce referandum, halkın bir araya gelip tek tek doğrudan karar verdikleri bir demokratik işleyiş mekanizması olarak görülmemelidir. Referandum, esas itibarıyla temsil bağının ve temsilcinin olmadığı bir siyasi mekanizmadır ve bu yönüyle belli sınırlara sahiptir. Genel olarak demokrasinin işleyişinde, çeşitli vasıtalar ve ortamlar sayesinde bir etkileşim, yani yurttaşların dolaylı-dolaysız karşı karşıya gelerek sözel ve/ya fiilen siyasi meselelere müdahil olma imkânı vardır ve bu süreklilik arz eder. Referandum, söz konusu imkânı dolayımlar ve çok önemli olsa da münhasıran bir meseleye özgü gerçekleştirir. Gene de herhangi bir siyasi meselede referanduma başvurulması, demokrasinin doğrudan gerçekleşmesi şeklinde görülebilir, hatta bunun için birçok siyaset bilimci, referandumu doğrudan demokrasinin bir alt-türü saymıştır. Acaba bu, ne kadar siyasi gerçekliğe tekabül eden bir tanımdır?
Bir kere, doğrudan demokrasinin işleyebilmesinde aşılması kolay olmayan bazı engeller vardır. İlk engel ölçek sorunudur. Demokrasinin işlediği coğrafi sınırlar ve o sınırlar içindeki nüfus ne kadar geniş ve fazlaysa halkın karar alma süreçlerine doğrudan müdahil olması da o kadar zorlaşır, hatta imkânsız hale gelir. Bu meseleyi demokrasinin önemli teorisyenlerinden Robert A. Dahl (meslektaşı Edward R. Tufte ile beraber) Size and Democracy (1973) çalışmasında çok net şekilde ve somut örnekleriyle göstermiştir. Genellikle eski Yunan demokrasisi doğrudan demokrasinin örneği olarak gösterilir ama o bile bir dereceye kadar gerçek bir doğrudan demokrasi olabilmiştir.
O halde ölçek küçüldükçe doğrudan demokrasi işleyebilir, fakat bu bile-eski Yunan örneğinde görüldüğü gibi- bir dereceye kadar mümkün olabilir. Referandumun bu açıdan temsili demokrasiyi doğrudan demokrasi gibi işliyor şeklinde gösteren bir işlevi vardır, bu da gene bir dereceye kadar mümkündür. Günümüzde teknolojinin sağladığı çeşitli araçlarla bahsettiğimiz ölçek sorununu aşmak mümkün gözükse dahi insanlar arasındaki etkileşim büyük ölçüde devre dışı bırakılmış olmaktadır. Dahası, teknolojinin hükmünde seyreden, neticede insansızlaştırılmış bir siyaset tarzı ortaya çıkabilir ki bu da demokrasiyi geliştirmez, kısırlaştırır.
Referandumu sorunlu kılabilecek en önemli nokta, halka başvurulacak meseleleri ve o meselelerin çözüm formüllerini kim(ler)in kararlaştırdığı sorusu etrafında yoğunlaşır. Soruya verilebilecek cevap, “çoğunluk tiranisi” diye adlandırılan bir meseleyi göz ardı edemez. Çoğunluk tiranisine, çok önceleri Amerikan demokrasisinin tarihsel-sosyolojik analizini yapan Alexis de Tocqueville dikkatleri çekmiştir. Amerikan demokrasisinin kurucu babalarından James Madison ise doğrudan demokrasinin çoğunluğun tiranisi olduğunu açıkça söylemiştir. Demokrasinin çağdaş, yaşayan büyük teorisyenlerinden Giovanni Sartori ise şaheseri Demokrasi Teorisine Geri Dönüş (2014, Sentez Yayıncılık) kitabında bu meseleyi şöyle dile getirmiştir: Referandum, “…düpedüz sıfır toplamlı (zero-sum) bir karar verme düzeneği, yani azınlık haklarını tam anlamıyla yok eden bir çoğunluk egemenliği kurduğu için, büyük itirazla karşılaşmaktadır… Sözün kısası, [Referandum], çatışmayı çoğaltan bir yapıda bulunduğu ve sistemli bir ‘çoğunluk zorbalığının’ yalnızca tam bir simgesi olduğu için değil, fakat (tamamen mekanik biçimde işlediği) ve akla aykırı düşen bir görünüş sergilediği için itiraza uğramaktadır.”
Söz konusu itirazların aslında siyasi-ontolojik bir zemini olduğunu da gözden uzak tutmamak lazımdır. Bu zemin, hukuk ile iktidar arasındaki ilişki üzerine oturur. Referandum, demokrasiyi münhasıran hukuki bir düzenleme meselesi olarak görmeyi; özünde demokrasinin öznesini halk gibi gösterse de son tahlilde asıl öznenin yasama ve yargı aktörleri olmasını içerir. Bunun sebebi, referandumun yasama organı tarafından kanun şeklinde hazırlanan hukuki bir metin olmasıdır. (Her ne kadar İsviçre gibi bazı ülkelerde referandum, ortada bir hukuki metin olmaksızın bir kişi veya bir konu hakkında halkın tercihinin sorulmasıyla eşanlamlı kullanılsa da…) Bu ise demokrasi teorisinde son zamanların en yoğun tartışmasıdır. Söz konusu tartışmalar siyaset, iktidar, devlet, demokrasi gibi birçok kavramın yanında en çok da hukuk kavramı üzerine yeniden düşünmeyi gündeme getirmiştir. Bu açıdan dikkat çekilmesi gereken ilk husus, hukukun (yasanın) üzerinde oturduğu zeminin bir ayrım yapmaktan, istisna getirmekten ibaret olduğunun unutulmamasıdır.
Hukuku iktidar olgusuyla ilintilendiren, dolayısıyla onun siyasî olandan ayrı düşünülemeyeceği nokta tam da burasıdır. Çünkü ayrım yapma, istisna oluşturma ve bunu kesin bir karara bağlama (res judicata) egemenliği tamamen siyasî olanı vücuda getiren olmazsa olmaz bir koşuldur. Hukuku bu bağlam dışında düşünmek son tahlilde toplumu iktidarsız düşünmeye eşdeğerdir.
Hal böyleyse referanduma konu olan mesele, iktidardan bağımsız düşünülüp bizzat halkın karar verdiği bir mesele olarak görülemez. Bu, aynı zamanda, büyük ölçekli toplumlarda doğrudan demokrasinin, dolayısıyla onun bir alt-türü sayılan referandumun siyasi-ontolojik sınırına da işaret eder. Kurumsallaşmış bir demokrasi söz konusu ise referandum da halkla iktidar arasında çeşitli mecralarda kapsamlı yapılmış olan bir müzakerenin ortaklaşa oluşturulmuş formülünün nihai ifadesi olarak görülmelidir.

*2016’da yayımlanmış bu yazıyı, Demokrasi Teorileri dersim için öğrencilerin yararlanmasını sağlamak üzere ders materyali olarak buraya yeniden koyuyorum.

Referandum Ne kadar Doğrudan Demokrasidir?*

CORONA’NIN GÜNCEL POLİTİK HÂLİ: “KÜRESEL İÇ SAVAŞ”IN YOĞUNLAŞMASI*

Yüzyılımızda “savaş” olgusunun stratejik, taktik, hatta ekonomik çıkarlar yoluyla anlaşılamayacağıaçıktır. Nitekim, 2001’de İkiz Kuleler saldırısından sonrasını tahlil eden Giorgio Agamben de (2015) benzer bir tespitte bulunarak,geleneksel anlamda bir savaş hâlinden bahsedilemeyeceğini söylemiştir.

Sınaî-teknolojik modernliğin ilerlemesiyle günümüzde beliren en önemli güdü, “yaşam ve hayatta kalma hakkı”dır; daha vurgulayıcı bir deyimle, ontolojik güvenliktir. Eşitsizlikise sınaî-teknolojik modernitenin en önemli çatışma kaynağıdır. Eşitsizlik, UlrichBeck’in ünlü tanımıyla dünyanın bütününü “risk toplumu” hâline getirmiştir (Beck, 2001). Sadece total olarak ulus-devletler değil, gruplar, aileler, kurumlar ve bireyler de risk altında ve ontolojik güvensizlik içindedir.

Bu durumu, İkinci Dünya Savaşı üzerine politik tahlillerinde HannahArendt “Dünya İç Savaşı” kavramıyla tasvir etmiştir (Owens, 2009).1930’larda aynı kavramlaştırmaya başvuran Carl Schmittdaha derinlemesine bir tahlile girişmiştir.Schmitt, realist bir yaklaşımla “Dünya İç Savaşı” veya “Küresel İç savaş” olgusunu bugünkü dünya ahvalini anlamamıza Arendt’ten kavrayış gücü daha fazla olan ipuçları sunmaktadır.
Carl Schmitt’in “Küresel İç Savaş” (Weltbürgerkrieg) dediği, “yeni düşmanların” ve “yeni düşmanlık algılarının” yaratıldığı bir durumdur.Bu durum, devlet-dışı unsurlar arasında vukû bulmakta; bölgesel/küresel siyasî dizaynlar için iktidar ağlarının içine uygun olan sosyal iktidar sahibi grupları da kolayca dâhil edebilmeyi içermektedir (Kardeş, 2019: 136).Schmitt, yaptığı tanımla, geleneksel olan savaşların bir toprağı ele geçirme, bir kara parçası fethini amaçlayan nomos’un (Yunanca kökeninden gelen “almak”/”ele geçirme”) mahiyetinin değiştiğine dikkat çekmiştir. Nitekim, Schmitt, 20. Yüzyıl sınaî kapitalizminde bu mahiyet değişikliğinin “endüstrinin ele geçirilmesi” (Industriennahme) doğrultusu olduğunu vurgulamıştır (Lazzarato, 2015: 39).

Endüstriyel ele geçirme ile başlayan süreç, giderek neoliberal politikaların dünya çapında yayılmasına ve pekişmesine yol açmıştır. Dolayısıyla, Schmitt’in “küresel iç savaş” diye işaret ettiği olgunun, günümüzde neoliberalizminyoğunlaşmış bir uzantısı olduğunu belirtmemiz gerekir.

Corona virüsü, sadece salgın hastalık olarak yayılmamış; neoliberalizmin hastalıklı taraflarına âdeta spot ışığı da olmuştur. İlginçtir; Agamben’in bahsettiği Statis’in Yunanca kelime kökeninden gelen bir anlamı da bedensel hastalık veya enfeksiyondur. Politik teşkilata da body politic dendiği hatırlandığında, politik bedenin malûl olduğu neoliberalvirüsün, bir başka virüs aracılığıyla spot altında berrak bir görünüm kazanması söz konusudur.Nedir bu politik bedene musallat olmuş neoliberal virüsün mahiyeti? Burada, yerin sınırlılığı, neoliberalizm konusunda uzun açıklama olanağını vermiyor. Fakat, en azından, neoliberalizmin-tâbiri caizse-viral belirtilerini yansıtmamızı mümkün kılıyor.

Neoliberalizmin, en belirgin özelliği toplumun her alanının (devlet kurumu dâhil)ekonomikleştirilmiş bir yapı olarak inşa etme girişimidir. Bunun sonucu olarak, insanın sosyal sermaye addedilmesi (buna insanın sermayeleştirilmesi diyebiliriz); saniyen, insanın kendisininin girişimcisi hâline getirilmesive sosyal politika alanının bireyselleştirilmesidir (bireysel emeklilik, özel sağlık sigortası, vs. mekanizmalarla). Bu tür sosyal mekanizmalarla yaratılan yeni homo oeconomicus,aslında, neoliberal devletin idarîvasıtalarla oluşturduğu bir iş birliğinin ürünüdür; devlet, zaten bu tür yönetimselliğedair uygulamayı başlatmanın, yaymanın mimarıdır (Lazzarato, 2009:130).

Bu mimarinin dış görünümü şöyledir (Brown, 2018: 45-48):Her şeyden önce, insanlar, her kurumun ve toplumsal kümenin gözünde “sermaye” sayılmaktadır. Bu, insanı, başta aile olmak üzere, özel olsun, kamusal olsun, birçok dayanaktan yoksun bırakıp güvencesiz kılan en önemli etkendir. Sermaye addedilmek; rekabete tâbi hâle gelerek, baştan eşitsizliğe mahkûm edici bir durumdur. O kadar ki, Brown’ın belirttiği gibi; “…eşitlik,neoliberalleşmiş demokrasi için…aslî unsur olmaktan çıkmaktadır. Kanunlarda, içtihatta ve yaygın tahayyülde eşitsizlik normalleşmekte, hatta normatifleşmektedir (Brown, 2018: 46). Öte yandan, her şeyin sermaye addedilmesi, emeği değersizleştirdiği gibi, sınıf olarak kaybolmasını sağlayarak yabancılaştırır, sömürü karşısında emekçiler arasındaki dayanışma zemininin altını oyar. Dahası, homo oeconomicusaracılığıyla siyasî alan ekonomik terimlerle tanımlandığında kamusal olan ve ortak fayda bileşkesinin oluşturduğu yurttaşlığın zemini de ortadan kalkar. En önemlisi de devletin tüm işlevleriyle birlikte özelleştirilmesidir: Piyasa mantığıyla işleyen bir devlet, meşruluğunu öncelikle ekonominin sorunlarını dert edinen âdeta büyük bir firmaya dönüşür.

Brown’un vardığı şu sonuç, aslında küresel iç savaşın pekişmesini döşeyen zemine de işaret ediyor: “…[H]omooeconomicusun insan sermayesi biçiminde yorumlanmasıyla birlikte sadece homo politicus değil, bizzat hümanizm de geride bırakılıyor.” (Brown, 2018: 50). Gerçekten de sermayeleştirilmiş insan anlayışının, parasallaşmış devlet yönetimi yüzünden bireyleşmeyi, yani eşitsizlikle bezenmiş bir güvencesizliği en uç noktasına götürdüğü görülmektedir (Lazzarato, 2009:126).En uç noktada bu güvencesiz bireyselleşme paradoksal olarak, sadece ekonomik bakımdan eşitsizliğe değil; bu unsuru da besleyen, “üst üste binen” (intersectionality, “kesişimsellik” diye de çevirenler var) diğer bazı unsurlarla birleştiğinde çatışmacı bir hâl de alabilmektedir. ABD’de George Floyd’un polis tarafından öldürülmesi bunun önemli bir örneğidir: Zenci olmak (ırk unsuru), işşiz ve/ya yoksul olmak (ekonomik unsur), kadın olmak (cinsiyet unsuru), vs. üst üste binen etkenler, birbirini besleyerek bir sosyal patlamayı besleyen sebeplerdir. Saniyen, Avrupa’da vukû bulan ırkçılığın yükselişi, İslamofobik saldırıların artışı da neoliberal virüsün yukarılarda tanımlanan bulaşıcı etkisi olarak nitelenebilir.

Daha önce yayımlanan bir yazımda (Sarıbay, 2020) şu tespitte bulunmuştum: “Neo-liberal küreselleşme, sınırları aşan, hatta sermaye dolaşımı açısından onları ortadan kaldıran politikalar uygulayarak, ilk etapta uluslararasılaşmanın, daha sonra uluslarüstülüğünzeminini döşer ve pekiştirirken, Corona sınırların kapatılmasına,göçlerin durmasına, sermaye akışının hızını kesmesine, neredeyse tüm ekonomik göstergelerin içeriği boş hâle gelip, belirsizliğin işaretlerine dönüşmesine de sebep olmuştur. Bu durum, …küresel bağlardan belirsiz bir yalıtıma/kopuşa maruz kalan ulus-devletlerin, meselelerin kendi başına üstesinden gelebilme kapasitelerinin ne olabileceğini de gündeme getirmiştir.”

Hâl böyleyse, günümüzde küresel düzenin varlığının varsayımsal olduğu ortaya çıkmıyor mu? Dilimize pelesenk ettiğimiz küreselleşme güzellemelerine rağmen, dünyanın hemen her yerinde kilometrelerce uzunlukta duvarların yükselişi ne anlama gelmektedir? (Bakınız: Brown, 2011).Söz konusu duvarların yükselişi, Schmitt’in dillendirdiği “küresel iç savaş”ı nasıl anlamamızı gerektirmektedir? Bu soruların cevabı, bizâtihî savaşın belli bir tanımından çıkarılabilir. Cornelius Castoriadis savaşı, “Bir toplumun dışarısı karşısında, dışarıdaki bir toplumun atılımını kesmek amacıyla, kendi atılımını ortaya koyan şiddetli bir dışavurumdur.” (Aktaran: Kardeş, 2019: 166) şeklinde tanımlar. Bu tanım doğrultusunda, dikkate getireceğimiz iki husus, “küresel iç savaş”tan neden hâlâ bahsedilebileceğini de açıklayabilir. Birincisi, tekrar hatırlatalım, günümüzde “savaş” artık geleneksel bir çağrışıma sahip değildir. Dolayısıyla, Castoriadis’in tanımındaki “dışarıdaki toplum” bir topos’u (toprak parçasını) değil; bence Schmittgil anlamda nomos’u (herhangi bir şeyi ele geçirmeyi) içermektedir.Schmitt’in dost-düşman ayırımına oturttuğu politika tanımıyla (Schmitt, 2006)beraber düşünüldüğünde; tanımdaki “dışarıdaki toplum”, bir toplumun kendi içindeki dışarısı sayılabilir. Bu hususları neolibrelaizm bağlamına yerleştirirsekdurum daha açıklık kazanır: Neoliberalizmin özellikleri-başta normatifleştirdiği eşitsizlikler-güncel politikanın daSchmitt’in “dost-düşman” ayrımına karşılık gelen şekilde tezahür ettiğini gösterir (örneğin Trump’ın George Floyd olayından sonraki konuşmalarında bu husus bariz yansır. Aynı şekilde Avrupa’da ırkçılığın yükselişinde de…).

Duvarların yükselişi meselesine gelince; neoliberalizm, bir ideoloji olduğu kadar ekonomi politik bir rasyonalitedir de. Duvarların varlığı, onun malûl olduğu sosyal patolojilerin küresel yayılmasına engel değildir (bu yüzden “virüs” metaforunu kullanıyorum). Üstelik, Schmitt eleştirmenleri bile onun “politika olarak ekonomi” (Lazzarato, 2015.38)tanımının isabetini teslim etmektedirler. Buna göre, liberaller ve Alman ordoliberaller “diğerlerine vermek için birilerinden almak gerektiğini” inkâr ettiklerinden temellükün (elde etmenin) ve paylaşımın (elde edileni bölmenin) politik doğasını ıskalamışlardır. Bu yüzden Schmitt, “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra doğmuş devletin arkasında ‘sosyal devlet tarafından demokrasi ve barış kılığına sokulmuş’ ‘bir iç savaş etiği’ni” saptar (Aktaran: Lazzarato, 2015: 45).

Neoliberal toplumda toplum üyelerinin “ücrete bağımlı-kâra bağımlı” olarak ayrılmış olması (Streeck, 2016: 14) Schmitt’in hemen yukarıda tanımladığı politik gerçekliği, bir “iç savaş etiğini” küresel çapta geleneksel olmayan bir savaşa dönüştürebilecek kaynaktır. Çünkü, neoliberal gidişat, “düşen büyüme oranı”, “artan eşitsizlik” ve “yükselen toplam borç” eşliğinde; vergi devletinden borç devletine, buradan da toplam borçları uzun vadeye yayan konsolidasyon devletine geçişi yaşamaktadır (Streeck, 2016: 23 ve 2. ve 3. Bölümler). Bu bağlamda, kimden alınıp kime dağıtılacağı, “ekonomi olarak politikanın” çatışma yaratan en büyük sorunudur. Bu sorun hâlihazırda küresel çapta yayıldığı içinde bir “iç savaş” niteliğindedir.

*Bu yazı 21 Temmuz 2020’de Fikir Turu’nda yayımlamıştır.

KAYNAKÇA
Ali Yaşar Sarıbay (2020), “Devlete Bulaşan Virüs”, Fikir Turu.
Carl Schmitt (2006), Siyasal Kavramı, İstanbul: Metis.
Ertan M. Kardeş (2019), Yönsüzleşmiş Savaşlar, İstanbul: Pinhan.
Giorgio Agamben (2015), Statis. CivilWar as a PoliticalParadigm, Stanford: Stanford UniversityPress.
MaurizioLazzarato (2009), “Neoliberalism in Action”, Theory, CultureandSociety, Vol.26 (6).
MaurizioLazzarato (2015), Borçla Yönetmek, İstanbul: Otonom.
PatriciaOwens (2009), BetweenWarandPolitics. International RelationsandThought of HannahArendt, Oxford: Oxford UniversityPress.
UlrichBeck, ( 2001 ),World Risk Society, London.
Wendy Brown (2011),Yükselen Duvarlar, Zayıflayan Egemenlik, İstanbul: Metis.
Wendy Brown (2018),Halkın Çözülüşü. Neoliberalizmin Sinsi Devrimi, İstanbul: Metis.
Wolfgang Streeck (2016),Satın Alınan Zaman, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.

CORONA’NIN GÜNCEL POLİTİK HÂLİ: “KÜRESEL İÇ SAVAŞ”IN YOĞUNLAŞMASI*